Laiklikten uzaklaşmak, beraberinde bilimden de uzaklaşmayı getiriyor. Ya da bilimden uzaklaşmak, laiklikten uzaklaşmaya kapı açıyor. Bilimden, yani evreni maddi kanıtlarıyla yorumlama ve anlamlandırmadan vaz geçmek, kaçınılmaz olarak toplumsal bir yıkıma dönüşüyor. Türkiye’nin bugün yaşadığı ekonomik, sosyal, siyasal ve etik çöküşün altında, Aydınlanma ile kazanılmış yeni vizyonu reddetmek yatıyor.

Bilim, aydınlanma ve çöküş | “Bilim, gerçeğin bilgisidir”

SERHAT HALİS

İnsanlık tarihinin belirli bir aşamasında, insanın; gündelik deneyimlerine ilişkin her türden bilinçsel faaliyetinin bir ürünü olarak “bilim” ortaya çıktı. Diğer tüm bilinçsel faaliyetlerin sonucu olarak ortaya çıkmış ürünler gibi, bilim de belirli tarihi-maddi dayanaklara bağlı olarak, insanın zihinsel faaliyetlerinin, belirli bir zaman dilimi içerisinde; aktarılması, deneyimlenmesi ve yeni sonuçlar çıkarma biçimiyle büyüyerek ilerlemesi gibi “bilgi aktarımsal süreçler”e dayanır.

Örneğin; “Kalem vardır” tümcesi bir iddiadır. Ne var ki başlı başına bu iddia, bize, kalemin varlık sürecine ilişkin gözlemlenir net bir sonuç sunmamakta. “Kalem vardır” bilgisi, kalemin varlık sürecine ilişkin veri sunacak diğer başka bilgilerle desteklenmediği sürece; bu bilginin yanlışlanabilirliğine ya da doğrulanabilirliğine dair çok fazla tez ileri sürülebilir. Bu tezlerin tamamı da, inanç biçiminde karşımıza çıkan mefhumun ta kendisidir.

Zira sınanmamış/sınanamayan bilgilerin “saf gerçekliğine” ilişkin kesinlik taşıyacak herhangi bir ifade, buna inanmak ile mümkün olur. İnanmak ise bilimin değil, felsefe çeperi içinde kalan bir dünyanın mefhumudur.

Bilimi felsefeden ayıran temel niteliklerden biri de bu zaten. Bu türden deneyimlenemeyen bilgilerin gerçekliğine ya da gerçek dışılığına ilişkin, kesinlik taşıyan yaklaşımların tamamı hipotetiktir ve ispatlanabilirliği mümkün değildir ve dolayısıyla felsefi tartışma alanının bir parçasıdır. Bir görüşün bilimsel tartışma alanının bir parçası olabilmesi için ise, görüşte ileri sürülen şeyin deneye ve gözleme tabii tutulabiliyor olması gerekir.

Salt başına “Kalem vardır” bilgisi de bize, kalemin var olduğuna dair bir deney/gözlem olanağı tanımıyor. Kalemin varlık sürecine ilişkin bir deney ve/ya gözlem olanağı sunmadığı için de bu bilgiyi, şimdilik “farazi” gibi bir sıfatla tanımlamak zorunda kalıyoruz.

İNANÇ, GERÇEĞİ KAVRAMAYA ÇALIŞMA YÖNTEMİ

İnsan, gelişiminin belirli bir aşamasında, gerçeği açıklamaya çalışmak gibi, düşünce dünyasının uğraş alanına ait meseleleri gündemine almaya başladı. Bir anlamıyla, insanın düşünce faaliyeti süreci; en yakınındaki nesneyi tanımlamaya çalışma halinin; zamanla spiral dalgalar gibi çevreye doğru genişleyerek, evrendeki her şeyi tanımlamaya çalışma gibi bir boyuta ulaşmasını ifade eder. Bu, “şeyler”i anlamlandırma ve tanımlama durumu, insanın bilinçsel formasyonunun henüz emekleme aşamasında olduğu çağda, yani ilk insan tarafından, inanç gibi maddi delillere dayanmayan bir yöntemle gerçekleştirildi. Yani inanç, gerçeği kavrama(ya çalışma) yöntemlerinden en eski olanıdır.

Maddi delillere ve nesnel dayanaklara ihtiyaç duymayan kabullere inanç diyoruz. Olayı-olguyu ya da herhangi bir varoluş biçimini, nesnel zemine ve kanıta gereksinim duymadan açıklayan, bu anlamıyla bilimsel dayanaklardan yoksun her türden yorum, bir inançtır. “Şey”in (“doğru”luğu ya da “yanlış”lığı da dâhil olmak üzere her türden) niteliğine dair bir belirlemede, nesnel deliller hiçbir anlam ifade etmez inanç için. Zira orada artık öznel bir yorum vardır.

Maddi kanıtlara dayanmayan her öznel yaklaşım ise kaçınılmaz olarak; hissi ve sezgisel “emareleri” kendine rehber edinir. Bu anlamıyla inanç, herhangi bir fenomenin gerçekliğini hislere ve sezgilere dayanarak; farazi, soyut ve öznel yaklaşımlarla ifade eden karakteriyle, bilimin dışında kalan bir yorum denemesidir aynı zamanda.

Örneğin, işlenmiş bir cinayete dair elinde hiçbir delil olmayan kişinin, ölen birini falanca kişinin öldürdüğüne inanıyor olması hali, bir inanç biçimidir ve bu biçim, aslında bireyin yorumundan başka bir şey değildir.

Bilimsel bilginin, evreni yorumlamak ve tanımlamak için toplum nazarında kullanılır bir düşünce biçimi olmaya başlaması ise, 300 bin yıllık geçmişiyle görkemli Homo Sapien ailesi için çok yenidir. O koca 300 bin yıl içerisinde, evreni anlamaya çalışmak için kullanılan “inanç yöntemi”, yerini “maddi kanıt yöntemi”ne bırakalı birkaç yüzyıl oldu. Bugün buna Aydınlanma Çağı diyoruz.

AYDINLANMA VE SEKÜLARİZM

Aydınlanma ile birlikte ise, insanın evreni ve toplumsal hayatı algılama ve yorumlama biçimi temellerinden değişti. Kişilerin bireysel yorumlarına göre şekillenmiş dünyanın temellerine dinamit kondu. Kamusal olan her şey, inanç merkezinden arındırıldı. Bu arınma kaçınılmaz olarak, bilimsel gelişimin ve toplumsal ilerlemenin manivelası oldu. Bu bağlamda Aydınlanma, insanlığın inanç parametresine bağımlı düşünme ve yorumlama sistemini kökünden değiştirdi. Ondan boşalan koltuğa maddi gerçeği oturtmaya yeltendi. Bugün ona bilim diyoruz. Kuşkusuz bilim Aydınlanma ile başlamadı ama Aydınlanma ve sekülarizm, bilimi ve bilimsel düşünce biçimini bir avuç insanın elinden alıp, toplumun geneline yaydı.

Dolayısıyla insanlık gelişim seyri, evreni kavrama yöntemlerinden, bilimsel olanı gündemine almış bir aşamaya ulaştı Aydınlanma ile birlikte. Sekülarizm ve laiklik bu bağlamda bilim ile özdeşik bir içeriği ifade ediyor. Laiklikten ödün vermeyi, “bilimden ödün vermek” olarak tanımlamamızda bir sakınca yok. Zira evreni yorumlama biçimlerinden biri olarak; “inanç yöntemi”ni bırakıp “maddi kanıt yöntemi”ne geçiş yapmış insanlık, bunu laikliğe borçlu.

Bugün Türkiye’de yaşanan, laiklik tartışmalarını da buradan okumak gerekir. Laiklikten uzaklaşmak, beraberinde bilimden de uzaklaşmayı getiriyor. Ya da bilimden uzaklaşmak, laiklikten uzaklaşmaya kapı açıyor. Bilimden, yani evreni maddi kanıtlarıyla yorumlama ve anlamlandırmadan vaz geçmek, kaçınılmaz olarak toplumsal bir yıkıma dönüşüyor. Türkiye’nin bugün yaşadığı ekonomik, sosyal, siyasal ve etik çöküşün altında, Aydınlanma ile kazanılmış yeni vizyonu reddetmek yatıyor.

Son 20 yıllık süreç incelendiğinde, eğitim müfredatından bilimsel teorilerin (evrim teorisi vs.) çıkarılması ve pozitif bilimlerin temelini oluşturan bölümlerin (biyoloji, fizik, kimya) birçok üniversiteden kaldırılması gibi doğrudan bilimsel alanla ilişkili alınan kararlarla, her geçen gün daha yoğun bir biçimde hissettiğimiz “özel hayata müdahale” olarak adlandırılan ama açıkça söylenecek olursa seküler yaşam biçimini ortadan kaldırmaya yönelik gerici uygulamaların bir arada yürütülüyor olması, bahsettiğimiz bilim ile laiklik arasındaki yakın ilişkinin güncel karşılığıdır.