“Birçok kişi büyük bilim insanı yaratanın entelektüel birikim olduğunu düşünür. Bu yanlıştır, karakterdir”

Bir seneyi aşkın süredir iki haftada bir bilim köşesinde yazılarımda bilimsel bilginin üretilmesi, paylaşımı, bilim insanının sorgulayıcı yapısı, siyasi paradigmanın bu süreçlerde nasıl etkili olduğu ve son birkaç ayda pandemi sürecinin bizleri nasıl etkilediği, ortaya çıkan hurafeler ve gerçeklerin nasıl birbirinden ayrılabildiği, yönetimlerin bu süreçte aldıkları kararlar açısından bilimi ve insan yaşamını ne kadar öncelediği konularını ele aldık. Bu köşedeki ilk yazım, bir bilim insanının nasıl politik olabileceği ve özgür düşünmenin bilime ne kadar yakıştığı ile ilgili bir yazıydı. Dünya tarihinde birçok bilim insanı özgürlük mücadelesi içinde kendilerini tanımlamışlardı. Çünkü bilim, yaygın toplumsal ve siyasi dinamikleri olan bir süreç. Belki de pandemi süreci bize bunun en çıplak örneğini sunuyor. Bilim gerçekten de itaatsiz olana ihtiyaç duyuyor. Bugün, alışılmış bilim köşesi yazılarımızın dışında ve bu yazının sınırlarına sığmayacak bir konuyu ele alalım: 12 Eylül ve bilim.

BİLİMİN YAPISINI KÖKTEN DEĞİŞTİRDİ

Dün, Türkiye’de büyük bir milat olan 12 Eylül 1980 darbesinin 40. yıldönümüydü. 12 Eylül askeri darbesi, bir çok alanı etkiledi ancak en önemli etkilerinden biri Türkiye’de bilim, özgür düşünme ve üniversitelerin yapısını kökten değiştiren bir süreci başlatmasıydı. 6 Kasım 1981’de, 2547 sayılı Yükseköğretim kanunu ile üniversitelerin sorgulayıcı ve özerk bilimsel yapısını değiştiren Yüksek Öğretim Kurulu kuruldu. 1402 sayılı sıkıyönetim kanununun iki maddesi uyarınca 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent görevlerinden uzaklaştırılmıştı. Akademinin yeniden biçimlendirilmesi süreci, geride kalan 40 yıl içinde farklı mecralarda ve farklı aşamalarda devam etti. Kaderci, bilinemezci, itaatkâr, düşünmesi istenmeyen bir toplumun yaratılması için en önemli uygulamalardan bir tanesi bilimsel düşünüşün ve bilim üreten yerlerin, bilim insanlarının, akademisyenlerin susturulmasıydı. Türkiye’de geldiğimiz noktada akademik çıktı olarak dünya sıralamasında gerilerde olan, sorgulayıcı ve eleştirel çalışmaların baskılandığı ya da cezai yaptırıma uğradığı, fikirleri ya da barış istedikleri için imzaladıkları bir bildiri nedeniyle işlerinden atılan akademisyenlerin olduğu, bilimsel eğitim yerine hurafelerin ikame edildiği, akademik pozisyonların liyakatli dağıtılmadığı, intihal vakalarının gittikçe arttığı, beyin göçünün hızlandığı, herhangi bir konuda fikir beyan etmekten düşünmeye kadar bir çok alanda mantığın yerini fanatizmin aldığı, fikir sentezinden çok hamaseti ön plana çıkaran bir ülke görüyoruz. Pandemi sürecinde baştan beri, doğru bilgiye ulaşabilme, dürüst ve halkı kollayan bir anlayış beklediğimiz bir dönemde karşılaştığımız durumu düşündüğümüzde, bilimin ve işini layıkıyla yapan bilim insanlarının ne kadar önemli olduğunu bir kere daha anlıyoruz. Eleştirel bilim insanları seslerini çıkarma imkânı bulamadıklarında, ortam sahte bilimcilere, hurafecilere kalmakta. 12 Eylül’ün üzerinden 40 sene geçti fakat biat eden bilim insanları yaratma projesinin etkileri daha uzun süre hissedilecek. Özgür düşünceyi egemen kılan, karşıdakini anlamaya çalışan, olanı objektif şekilde bulma arayışında ve bunun için de yaşamına bilimi entegre etmiş nesillere ihtiyacı göy önünde tutarak, “siyasete bulaşma, bilim yap” mantığını yaymaya çalışanlar karşısında Einstein’ın sözünü tekrarlamak gerek: “Bir çok kişi büyük bilim insanı yaratanın entelektüel birikim olduğunu düşünür. Bu yanlıştır, karakterdir!”. Bu karakterin en önemli yönlerinden biri bilim insanının toplumcu, eşitlikçi ve yanlışa işaret eden olmasıdır. Aksi takdirde bilim kör kalır, bilim insani lal olur.