Bilime, sanata ve hukuka dair

Politikacıların bilimi hiçe saydığı, hatta düşman olduğu bir ülkede yaşamak kolay değil. Hele, bilimsel bir disiplinde çalışıyorsanız… Doktorsunuz mesela, salgına karşı kahramanca savaş veriyorsunuz, ama topluma gerçekleri anlatmakla görevli politikacıların doğru bilgiler vermediğini görüyorsunuz. Üstelik bir politikacı çıkıp sizin meslek birliğinizin ‘Korona kadar tehlikeli’ olduğunu, bir an önce kapatılmasını, yöneticiler hakkında adli işlem yapılmasını talep ediveriyor…

Müzisyensiniz. Salgın başladığından bu yana mesleğinizi icra edemiyorsunuz. Evinize ekmek götüremiyorsunuz. Meslek birlikleriniz, hükümete öneri üstüne öneri sunuyor. Sonuç, hüsran… Uygar ülkelerde sanatçılara verilen desteklerin hiçbiri gündeme gelmiyor. Arkadaşlarınızdan, her geçen gün yeni intihar haberleri alıyorsunuz. Üretmek mi dediniz? Bu umutsuzluk içinde ne mümkün?


Hukukçusunuz. Ülkenizdeki hak ihlallerine karşı çıkmaya çalışıyorsunuz. Sesiniz biraz fazla çıkıyorsa, tutuklanmanız, savunduğunuz insanların yanına konmanız an meselesi. Dayanışma derseniz, pek cılız… Hukuk kavramının anlamını iyice yitirdiği bir ortamda sanat alanında da eşitlikten söz etmek olanağı kalmıyor. Aynı işi yaptığınız halde, biriniz mesleğini icra etmekte özgür, diğeri değil. Çünkü, biriniz özel sektörde çalışıyor, diğeri kamu sektöründe… Sinema salonu işletiyorsanız, işinizi yapabiliyorsunuz, yerel yönetim olarak açık havada film gösterisi düzenliyorsanız, yasak!

Bütün bunlar ‘yeni normal’in dayattığı sorunlar. Bilimin, sanatın ve hukukun geçerli değer olmaktan çıktığı toplumlarda, özgürlükten, barıştan, adaletten, eşitlikten söz açmak kolay değil. Her şeye rağmen ayakta kalabilmek için çok dirençli olmalısınız. Umuda ihtiyacınız var. Bunun yolu da, sanattan geçiyor. Evden çıkamıyorsanız, bir film izleyerek umutsuzluğunuzu umuda dönüştürebilirsiniz. En iyisi, birkaç film önereyim. Bilime, sanata ve hukuka dair…

Bilim insanının yazgısı

Bilim insanlarının yaşam öykülerini konu alan çok sayıda film yapılmıştır. John Nash “Akıl Oyunları” (A Beautiful Mind), Alfred Kinsey “Kinsey”, Charles Darwin “Yaratılış” (Creation), Alan Turing “Enigma” (The Imitation Game), Hintli matematikçi Srinavasa Ramanujan Iyengar “Sonsuzluk Teorisi” (The Man Who Knew Infinity), Stephen Hawking “Her Şeyin Teorisi” (The Theory of Everything) filmlerinin odağında yer alarak, genç bilim insanlarına ilham kaynağı olmuştur. İki ünlü bilim insanının Albert Einstein ve Sir Arthur Stanley Eddington’un bilimsel kavgalarını konu alan “Einstein ve Eddington”un yanı sıra, Einstein’ın yaşamını anlatan “Deha” (The Genius) adlı TV dizisi de bu listede yer almayı hak eden bir yapım.

Yaşamı, birden fazla yapıma konu olmuş bir bilim insanı da, Nobel ödülü kazanan ilk bilim kadını Marie Curie’dir. Mervyn LeRoy’un 1943 tarihli “Madam Curie”, Claude Pinoteau’nun 1997 yapımı “M. Schutz’un Palmiyeleri”, aynı yıl Richard Mozer’in yönettiği mini-dizi “Marie Curie: More Than Meets the Eye” ve Marie Noelle’in 2016 yapımı “Marie Curie” (Marie Curie, The Courage of Knowledge) filmlerinin ardından, geçen yıl yapılan ve bu hafta sinemalarımızda gösterime giren “Radyoaktif” bilim insanlarını konu alan biyografik filmlerin en tazesi. Lauren Redniss’in çizgi romanının bir uyarlaması olan filmde, başrolü son zamanlarda yaptığı filmlerle ün kazanan İngiliz oyuncu Rosamund Pike üstlenmiş. Geçen yıl Toronto Film Festivali’nin kapanış filmi olarak gösterilen “Radyoaktif”i, “Persopolis“ filmi ile ün kazanan İran asıllı Fransız kadın çizgi roman yaratıcısı, yazar, yönetmen Marjane Satrapi yönetmiş. İzlemeye değer…

Sanatçının özgürlük arayışı

Biyografik filmler içinde, sanatçılar önemli bir yere sahiptir. Ünlü ressamlar, heykeltıraşlar ve müzisyenler bu türün en gözde kahramanlarıdır. Van Gogh’u konu alan dört film, Vincente Minelli’nin “Yaşama Tutkusu”, Robert Altman’ın “Vincent ve Theo”, Julian Schnabel’in “Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında”, D. Kobiela- H. Welchman’ın “Vincent’ı Sevmek”, Milos Forman’ın “Goya’nın Hayaletleri”, Julie Taymor’un “Frida”, Mick Davis’in “Modigliani”, Gilles Bourdos’un “Renoir”, Peter Webber’in Vermeer’in bir tablosunu konu alan “İnci Küpeli Kız”, Mike Leigh’in “Bay Turner” filmleri kadar popüler olmasalar da, bu alandaki favorilerim, İngiliz yönetmen Derek Jarman’ın “Caravaggio”, Gürcü yönetmen Georgiu Şengalaya’nın “Pirosmani”, Macar yönetmen Zoltan Huszarik’in “Csontvary” filmleridir.

Ünlü heykeltraş Rodin ve karısı Camille Claudel de birden fazla filme konu olmuştur. Bunlar arasında, Jacques Doillon’un “Rodin”, Bruno Dumont’nun “Camille Claudel 1915”, Bruno Nuytten’in “Bir Kadın” (Camille Claudel) filmlerini ard arda izleyerek, kıyaslamanızı öneririm. Heykel sanatının büyük ustası Michelangelo’yu konu alan Andrey Konchalovsky’nin “Günah” adlı filmi ise bu alana ilişkin en yeni film. Sanatçının özgürlük arayışı ile yaşam kavgası arasındaki gerilimin yüzyıllar geçse de hiç değişmeden sürdüğünü -yalnızca patronların değiştiğini- gösteren önemli bir film. Umarım yakında gösterime girer.

Edebiyat, tiyatro, sinema ve müzik alanlarını konu alan kurmaca filmlerin sayısı da epeyce fazla. Ariane Mnouchkine’in “Moliere”inden Paradjanov’un “Aşık Garip”ine, Theo Angelopoulos’un “Kumpanya”sından Taviani kardeşlerin “Sezar Ölmeli” sine, Ernst Lubitsch’in “Olmak ya da Olmamak”ından Mankiewickz’in “Eve Hakkında Herşey”ine, Michel Hazanavicius’un “Artist”inden Quentin Tarantino’nun “Bir Zamanlar Hollywood’da”sına, “Ray”, “Bird”, “Amadeus”, “Copying Beethoven”, “Kaldırım Serçesi” (Piaf), “Seberg” gibi biyografik filmlere, Claude Sautet’nin “Ayazda Bir Yürek”, Alain Corneau’nun “Dünyanın Tüm Sabahları”, Krzystof Kieslowski’nin “Üç Renk: Mavi” gibi müziği konu alan güçlü dramatik yapımlarına uzanan bir liste…

Ülkemizde biyografik film türü pek yaygın değil. Belgesel yapımları dışarıda tutarsak, Şahin Kaygun’un “Afife Jale”si, Biket İlhan’ın Nazım Hikmet’in Bursa hapishanesindeki günlerini konu alan “Mavi Gözlü Dev”i, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’i anlatan Erden Kıral’ın “Mavi Sürgün”ü, Ziya Öztan’ın TV için yaptığı “Cahide”, Ketche ve Can Ulkay’ın “Müslüm”ü ilk akla gelenler. Son günlerde gösterime giren “Renklerde Kaybolan Hayat: Fikret Mualla” da bu türün en yeni örneği… Tiyatrocu köylü kadınların öyküsünü yansıtan yaratıcı belgeseller, Pelin Esmer’in “Oyun” ve “Kraliçe Lear”ini ve Derviş Zaim’in geleneksel sanatlarımızı yorumlayan “Cenneti Beklerken”, “Nokta”, “Gölgeler ve Suretler” filmlerini anarak tamamlayalım bu bölümü.

Adaletin bu mu dünya?

Sinema dünyası, sanatçıların acılarla dolu yaşamlarına gösterdiği ilgiyi adalet mücadelesi veren hukuk insanlarından da esirgememiştir. Meslektaşım Tuğçe Madayanti Dizici bir süre önce “Sinemada Popüler Hukuk Kültürü”nü inceleyen bir yazı yazmıştı. Bu yazıda adı geçen filmleri tekrarlamadan, birkaç filme daha değinmek isterim. Stanley Kramer’in “Nürnberg Mahkemesi” ve “Beklenmeyen Şahit” çocukluk yıllarımdan anımsadığım, beni etkilemiş filmlerdi. Sidney Lumet’nin “Hüküm”, Orson Welles’in Kafka uyarlaması “Dava”, Jim Sheridan’ın “Babam İçin”, Costa Gavras’ın “Ölümsüz” ve “Müzik Kutusu”, Andrzej Wajda’nın “Danton”, Krzystof Kieslowski’nin “Öldürme Üzerine Kısa Bir Film”, Alan Parker’ın “David Gale’in Hayatı”, Thomas Vinterberg’in “Onur Savaşı”, Errol Morris’in “İnce Mavi Çizgi”, Andrey Zvyagintsev’in “Leviathan” filmleri sonraki yıllarda keşfettiğim, hukuk sisteminin zaafları ve adalet arayışına ilişkin önemli yapımlardan birkaçı…

Sansürün gölgesinden bir türlü kurtulamayan ülkemizde, bu türden projelere el atmak riskli görüldüğünden olsa gerek, politik davaları, adli hataları konu alan filmlerimizin sayısı fazla değil. Çetin Öner’in TRT için yaptığı “Bir Ceza Avukatının Anıları”, Yılmaz Güney’in “Duvar”ı, Reis Çelik’in “Hoşçakal Yarın”ı, Mesut Uçakan’ın “Reis Bey”i, Ferhan Şensoy’un yazıp, oynadığı, Mert Baykal’ın yönettiği “Pardon” ve çok yönetmenli “F Tipi Film” bu bağlamda yer alan yapımlardı. Yılmaz Güney’in “Umut”u, Zeki Ökten’in yönettiği, Kemal Sunal’ın başrolü üstlendiği “Davacı”, Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar”ı, Derviş Zaim’in “Filler ve Çimen”i de politik göndermeleri olan filmler… Şerif Gören’in “Firar”, Murat Saraçoğlu’nun “72. Koğuş” filmleri hapishane yaşamından gerçekçi kesitler sunarken, Türkan Şoray’ın “Bodrum Hakimi” bir kadın hakimin yaşam öyküsünden kaynaklanan duygusal bir film olarak sinema tarihimizde yerini aldı. Geçen yılın gişe şampiyonu “7. Koğuştaki Mucize” de adli bir hatayı konu alan bir melodramdı.


Dünyamızdaki adaletsizliği tüm gerçekliği ile kavramak için dünya sinemasına başvurmaktan başka seçeneğimiz yok şimdilik. Geçen yıl sinemalarımıza gelen Ken Loach’un son yapıtı “Ben, Daniel Blake” kapitalizmin çarklarına teslim olmamak için direnen bireyin dramını gerçekçi bir bakış açısıyla yansıtırken, Guatemala’daki iç savaşta ‘kaybedilen’ insanların trajik öyküsünü anlatan Cesar Diaz’ın “Annelerimiz”i adalet arayışını en çarpıcı biçimde gözler önüne seriyordu. Roman Polanski’nin ’Dreyfus davası’nı konu alan“İtham Ediyorum “(An Officer and a Spy) ve Marco Kreuzpaintner’in “Collini Davası” (Der Fall Collini) adlı filmleri de adli hataları konu alan, izleme takviminize dahil etmeniz gereken en yeni yapımlar… Bir başka dünyanın mümkün olduğu inancıyla, iyi seyirler diliyorum.