Biliyorlar ama gene de yapıyorlar

Murat Tırpan

İstanbul Film Festivali’nin uzun metrajlarını topluca değerlendirmeye kalksak acaba belirli bir harita çizebilir miyiz? Şöyle filmlerle karşı karşıyayız: Nasipse Adayız, Aşk Büyü vs. Plaza gibi toplumsal alanın farklı veçhelerini tanımlayıp, dolayısıyla da aynı anda olumsuzlayan ve (Hegelci bir lafla) “aşmaya” çalışan filmler. Kendi biçimlerinin çekiciliğine kapılıp başka şeyleri unutan ve o noktadan ileri gidemeyen Şair, Bina gibi işler. Ve son olarak da politik doğruculuğun garanticiliğine kapılıp izleyicisine ders vermeye çalışan Bilmemek, Ceviz Ağacı, Uzak Ülke gibi örnekler. Elbette kaba belirlemeler bunlar ama bazı hatları tanımlamak için yeterli donelere sahibiz.

Önünden “Hım çok ilginç, çok zekice” diyerek geçtiğimiz modern sanat eserleri gibi kendi biçiminden ibaret işleri bir kenara bırakalım. Sinemanın küratörlerinin onlara ayırdığı köşede dursunlar. Çünkü politik doğruculuğun sularında daha tehlikeli işler dönüyor. Biz şuradan ilerleyelim; mikro düzeyde reel politik alanın samimiyetsizliğini gözler önüne seren ve onu olumsuzlayan Nasipse Adayız ile aşkın ve hatta büyünün samimiyetini iliklerimize kadar hissettiğimiz Aşk, Büyü vs. arasında doğrudan bir bağ var. Ada sokaklarında dolaşan iki eski aşığı izleyen omuz kamerası ile düğün salonlarında, kahvehanelerde ya da şehrin kirli sokaklarında bir belediye başkanını takip eden kamera akraba. Aynı anda var olan iki alandan söz ediyoruz burada siyasetin kirli alanıyla, âşıkların izole ve romantik mekânından. Bu mekânlarda dolaşan kamera iki şeyi gözlemler: yalan dolanla yürüyen ilişkilerin samimiyetsizliğini ve gerçekten tam da filmin adındaki gibi “büyülü” bir samimiyeti.

Bu iki filmin karakterleri de Leyla Yılmaz’ın Bilmemek isimli filminin anne babasının aksine içinde bulundukları durumun farkındalar, biliyorlar, ama hiçbir şey yapmıyorlar. Bu Bilmemek’in bilmediği için bir şey yapmayan karakterlerinden daha sorunlu bir durum. Gerçekten de bu filmleri Bilmemek gibi bir hikâye ile karşılaştırdığımızda derdimizi daha iyi anlatabiliriz. İdeolojinin en geçerli formülü ile çalışmalıyız: (Marx’ın formülünün Zizekçi revizyonu ile) “Biliyorlar ama yine de yapıyorlar.”

Bilmemek’in dramatik yapısı ismiyle müsemma bir şekilde bütün meselenin (sorunun) bu olduğu etrafında dönüyor, hatta filmin trajik sonunda bile izleyiciler olarak o önemli “şeyi” bilmiyoruz. Açıkça adını koyalım filmdeki ailenin çocuğunun eşcinsel olup olmadığını hiçbir zaman söylemiyor film. Oysa Bilmemek’in tersine Aşk Büyü vs. ile Nasipse Adayız “Bilmek”in sonuçlarına odaklanıyor. Ümit Ünal ve Ercan Kesal’ın ikisinin filmlerinde de kahramanlar bildikleri halde yapmaya devam ediyorlar. Bu anlamda Kesal’ın Doktor Kemal Güner’i de Ünal’ın Reyhan’ı da Peter Sloterdijk’in tanımına atıfla sinik karakterler. Biri içine girdiği alanın tüm kötücüllüğünü ve sahteliğini gördüğü halde yapmaya devam ediyor. Diğeri ise bir kadına âşık olduğunu gayet iyi bildiği halde öyle değilmiş gibi yapmaya devam ediyor. Bilmemek ise finalinde trajediyi parmak sallayarak bize şöyle gösteriyor, bakın işte bilmediğimiz için oldu bütün bunlar! Oysa gerçek trajediler bildiğimiz halde olmasına izin verdiklerimiz değil mi? Hem politik alanda hem cinsiyet alanında olan biteni iyi bildiğimiz halde ideolojik, ahlaki nedenlerle görmezden geliyor, bastırıyor, yok sayıyoruz.

Bilmemek’te çocuğun spor kulübündeki arkadaşları onu zorluyorlar, “Nasıl yaşarsa yaşasın ama bizim tek istediğimiz bilmek” diyerek. Her ne kadar karton karakterler olsalar da ironik bir şekilde filmin en önemli repliğini onlar söylemiyorlar mı? Biliyor olsalardı eğer neler olacaktı? Bütün mücadele alanı aslında buradadır. Altyazı dergisinde filmle ilgili bir yazıda şu cümlelerle bitiyordu: “Film, Umut’un gerçekten eşcinsel olup olmadığı sorusu gibi birçok soruyu kasten yanıtsız bırakıyor. Çünkü başkalarının hayatlarına burnumuzu sokup üstümüze vazife olmayan şeyleri bilmemize gerek yok.” İşte tam da buna ihtiyacımız var aslında, bilmiyor olmak, hatta “Beni alakadar etmez” durumu mücadeleden kaçış kolaycılığından ibaret. Bildiğimizde alacağımız pozisyon önemlidir asıl, tıpkı Ümit Ünal ya da Kesal’ın filmindeki gibi, devam etmek ya da kaçmak.

Ercan Kesal’ın Nasipse Adayız’ın karakteri için bir röportajında söylediğini Aşk Büyü vs.’nin karakteri için de kolayca söyleyebilirdik: “Bir insan nasıl bu kadar hiç istemediği bir şeyi çok istiyormuş gibi yaşar. Yani bir uçurum var, koştuğunuz zaman düşeceğinizi biliyorsunuz. Bir yandan Allah’ım inşallah düşmem diyorsunuz, bir yandan da var hızınızla oraya doğru koşmaya devam ediyorsunuz.” Vurguladığım gibi, politik alanın yalan olduğunu biliyorsunuz, eşcinsel olduğunuzu biliyorsunuz, etrafınızdakiler de bunu biliyorlar ve trajedi asıl burada. Bilmemekten bilmeye geçtiğimiz ama hiçbir şey yapmadığımız zaman olup bitiyor en kötü şeyler.

İki filmde de var olan iki politik müdahaleye de dikkat çekmeliyim. Ünal’ın filmindeki erkek karakter Gökhan ile Kesal’ın filmindeki şoför Naci’nin müdahalelerine dikkat etmeliyiz. Aşk Büyü vs.’de kadın karakterin kendini (ve onu) kandırarak beraber olduğu erkek, kadının aslında eşcinsel olduğunu öğrendiği noktada büyünün bozulmaması için kartvizit kutusunu gömüldüğü yerden çıkararak kadının önüne bırakıyor. Şöyle bir müdahale bu: Büyüyü bozma, kendini kandırma sen busun! Öte yandan Nasipse Adayız’ın şoförü Dr. Gökhan karakterine en sonunda çıkışıp onun yalan dünyasını yüzüne vuran tek kişi oluyor. İki karaktere de bildikleri ama sürdürdükleri dünyadan çıkmaları gerektiğini hatırlatan dışşal müdahaleler bunlar. Elbette son tahlilde Aşk Büyü vs.’de aşkın büyüsünün etkisiyle bu dünyadan çıkılacak ya da Nasipse Adayız’da Dr. Gökhan bir gün bu işin nasiplikle olmadığını anlayıp pes edecek ama bu iki müdahale de iyi birer gösterge.

Kesal’ın filmi reel politik alanı gerçekçi ve trajikomik bir şekilde belirliyor ve aşılması gerektiğini söylüyor. Çünkü her belirleme bir olumsuzlamadır. Ünal’ın filmi ise -finalde sadece belirlemenin dışında farklı bir strateji izleyerek- cinsel kimliğini bastırmaya çalışan bir kadının durumunu olumsuzlayıp (biraz da aşk filmi kodları içinde) bir çıkış öneriyor. Bu filmleri iyi yapan da bu, olumsuzun gayet estetik ve etkili bir şekilde olumsuzlanması.