Ne çocukların taciz olayı ve Karaman’daki dava, ne BirGün'ün resimlediği gibi ahtapot kolları gibi her yana uzanan Ensar Vakfı, ne dokunulmazlıkların kaldırılması oyunu, ne de terörle mücadele edeyim derken Kürtlerin ve de Türkiye’nin en temel sorunu olan Kürt sorununda siyaseten iflas hali gibi, bir yanıyla ürkütücü, öte yanıyla utanç verici olaylardan söz etmek istemiyorum.

Bu sığ ve pis sularda debelenmekten sıkıldım. Onlar yerine filmlerden söz edeyim; daha iyi!

Geçen hafta 35. İstanbul Film Festivali’nde 25’ten fazla film izledim. İzlediklerim arasında beni en çok etkileyen Gomes’in “Bin Bir Gece Masalları” adını verdiği üçlemesi oldu. İkinci olarak, Irak’ın işgal öncesi ve sonrasını bir ailenin yaşadıkları üzerinden anlatan Abbas Fahdel’in “Vatanım” filmini söyleyebilirim.

Bin Bir Gece masallarını ve aldatıldığı için tüm kadınlara düşman kesilmiş, gece beraber olduğu kadınları sabah öldüren Fars Kralı Şehriyar’ın gazabından kurtulmak için zekâsını kullanan Şehrazat’ın hikâyesini bilmeyen yoktur.

Ya, günümüzün bin bir gece masallarını anlatmaya kalksak!

Yönetmen Miguel Gomes, işte bunu yapmaya çalışmakta. Portekiz’in girdiği ekonomik darboğaz ve iyi bildiğimiz “yapısal reformlar” içinden üç ayrı bölümde sunduğu 6 saatlik destansı bir film, bir “Bin Bir Gece masalı” ortaya çıkarıyor.

Filmin düşündürücü yanları da, eğlencesi de bol; hikayeden hikâyeye serbestçe dolaşırken yarattığı sahneler de ilginç... Anlatımda Şehrazat’ın hikâyesine, Bağdat’a dönüldüğü de oluyor; Portekiz’in günümüzün dokunaklı hikayelerine de... Kurgu ve belgeselin iç içe geçtiği filmler bazen uzuyor olsa da, hikâyelerinin çoğu düşündürücü ve dokunaklı; taşlamaları ise hiç eksik değil.

Portekiz’den söz ediliyor ama bu hikâyeler bugün her ülkede geçerli: Kemer sıkma politikaları, işten çıkarmalar, kır ve kent yaşamının iç içe geçmiş olmasından doğan çelişkiler, can sıkıntıları, herkesin ama öyle ama böyle bulaştığı pislikler vs... Yani günümüz dünyası!

Masalsı anlatımı içinde, Şehrazat’ın hikayelerindeki karakterlerin bugün kılık değiştirmiş olarak varlıklarını sürdürdüklerini de düşündürtüyor film. En azından ben öyle düşündüm.

Bugün ilişkiler ve hikayeler değişiyor kuşkusuz; ancak hak, hukuk, özgürlük iddialarına karşın, güç ile bu gücün altındakiler arasında ezme-ezilme ya da zenginlik ve yoksulluk arasında tabiiyet ilişkisi açısından değişen fazla bir şey olduğunu düşünmek zor!

Örneğin, krallarımız, diktatörlerimiz zaten eksik değil; sermaye ve egemen devletleri de bugünün “devlerine” benzetmek zor olmasa gerek. Öyle “devler” ki, kendi marifetleri olan işsizlik ve yoksulluğu insanın kusuru, eksikliği yapmışlar; kendi çıkarlarına hizmet eden savaşları ırka, milliyete, dine, mezhebe bağlamayı bilmişler; yaşama, hüküm sürme sebepleri olan “cahilliği” güzellemeyi de unutmamışlar.

Gomes’in filmi, bunu hatırlatıyor bize.

Yönetmenin, bugünün hikayelerini geçmişin masallarına benzetip hikayelerine masalsı bir anlatım katmakla, sinema dilini rahatlattığı da açık. Çünkü, benimsediği yaklaşımı, toplumsal, hatta “küresel gerçekçilik” olarak tanımlamak zor olmasa gerek. Masalsı anlatım bu gerçekçiliği kılıktan kılığa sokmasını sağlarken, anlattıklarını kafamıza vuran mesajlar olmaktan çıkarıp, duygusal, şiirsel hikayelere, düşündürücü taşlamalara dönüştürmesini sağlamakta.

Filmde en etkileyici olan da, hepimiz için günlük gerçeklere dönüşmüş bu hikayeleri anlatırken, mizahı, taşlaması, hınzırlığı eksik olmayan bu dil.

Filmin günümüzle ilgili ilk hikâyesi, Portekiz’de kemer sıkma politikalarını tartışmak için toplanan bankacı, bakan ve ekonomistler, yani bugünkü “devlerle” ilgili. Hikaye, para ve makamın getirdiği iktidarı cinsel iktidarla ilişkilendirip alaya alırken, acı reçeteler sunan bu “devlerin” büyülü bir viagrayla nasıl değiştiklerini anlatmakta. Bu bölümün aykırı, hatta hoyrat bir anlatımı var; ancak, politik taşlamalar içinde en dikkat çekeni olduğuna da kuşku yok.

Bunun gibi, açık hava tiyatrosunda, kalabalık önünde görülen hırsızlık davası da çok ilginç. Dava, uç uca eklenen ve tiyatroyu dolduran kalabalığın neredeyse tümüne bulaşan “cinleşme” hikayeleriyle buluşuyor ki, günümüz toplumlarında hepimizin bir biçimde “masumiyetimizi “yitirdiğimizi düşündürtmesi açısından olağanüstü bir seyirlik sunmakta.

Taşlamalar gibi dokunaklı hikayeler de var filmde. Örneğin “Muhteşemler Yüzme Kulübü” hikâyesi var; ekonomik krizde damdan düşer gibi işsiz kalanların şaşırtıcı hikâyeleri... İntihar eden, uyuşturucudan kurtulmak için rehabilitasyona giren, işsiz kaldığı için boşanan çiftler arasında ev ev dolaşıp duran Dixie adlı köpek ile sabaha karşı öttüğü için kesilmesi için dava açılan bir horozun dokunaklı hikâyesi...

Filmi seyrettikten sonra, ister istemez, Türkiye’nin, bu toplumun bunca hikâyesinin neden böyle anlatılamadığı gibi bir soru düşüyor akla. Bu ülkede küçük hikayeler olarak oldukça iyi filmler yapılıyor denilebilir; ama, ne yazık ki, toplumun gerçeklerinden böyle, hem destansı hem seyirlik anlatımlar çıkaran yok.

Cesaretimiz mi, bilgimiz mi, hicvimiz mi eksik; tartışılır!