Bin dokuz yüz  seksen the city

EMRE ÜNSALLI - emreunsalli@gmail.com

Bahçeden sokağa çıkmak o günlerde bir çocuk için de en az yetişkinler kadar riskli bir durumdu.

Zira 12 Eylülün öncesinde ve birkaç yıl sonrasına kadar mahallelerde, evinden işine, işinden de evine giden insanların dışında, bu gidiş gelişler sırasında bir de mahalle karakolu gibi üçüncü bir adrese daha uğrayan insanlar vardı.

Bu insanlar, semtlerinde kimin sağcı, kimin solcu olduğunu bilir, bilemediklerinin de çocuklarının önünü çevirip “sen kimin oğlusun?” ve “senin baban hangi partiye oy veriyor?” gibi, iki sevimsiz soru sorardı. Bu soruları işittiğin vakit, evde sıkıca tembihlenen cevapları yapıştırıp sorgu mahallinden hızla uzaklaşılırdı.

Bu adamlar kimin ne olduğunu bilmekten bir adım ileri gidip bu bilginin bir çetelesini tutar, sabah erken vakit semt karakoluna uğrayıp “Aziz Türk halkının hakkı olan refahı” sağlayan güçlere arz ederdi.

İşte yine öyle bir sabah mahallenin güvenli sınırlarından uzaklaşan bir çocuk “emekli gestapo” amcanın “senin baban sağcı mı yoksa solcu mu?” pususuna düştü. “Benim babam kimseye oy vermez” cevabının ardından kısa bir deparla pusuyu atlatıp olanı biteni evdekilere anlattı.

Sokağa çıkıp, üstelik bin kere tembihlenmesine rağmen yakalanmıştı ama asıl havadisi akşam eve gelen baba patlattı.

“Polis belirlenen evlere bir bir baskın yapıyor. ”

O gece evdeki bütün kitaplar, başta Cem Karaca ve Selda Bağcan’ın, üzerinde “Devrime karşı çıkanlara şaka muka maka” yazan plağı, okuduktan sonra atmayıp biriktirilen “Demokrat” gazeteleri sobanın önüne yığıp üçer beşer sobaya sokmaya başladılar. Soba ağzına kadar dolduğunda ise “yakalım yakmayalım tartışması” başladı.

“Yakmayalım sobanın içinde dursunlar.”

“Ya bakarlarsa! Mecbur yakacağız!”

Yakılacaklar o kadar çoktu ki bunu o sobayla gerçekleştirmek imkânsız gibi bir şeydi. Hadi gerçekleştirdin, bacadan eylül ayında çıkacak duman yakalanmak için yeterli bir işaretti.

Sobaya bakıp “Yanmaz manmaz mahvoluruz” kısa konuşmasından sonra hep birlikte sobanın içindeki kitapları dışarı çıkardılar. Zaten plaklar da sığmamıştı. Yatak odasından üç tane battaniye getirip yere serdiler. Odadaki kitap, dergi, gazete, kaset, plak yığınını battaniyelere pay edip salona sürüklediler. battaniyeleri bohça edip, telis denen çuvallara doldurup ağızlarını sıkıca bağladılar.

Bir gece de İstinye ve Kireçburnu’nda birçok evin bahçesine onlarca çuval kitap, gazete, plak, kaset defnedildi.

Eve gelindi, üstler başlar değiştirildi tam uykuya yatılacakken

Televizyondaki generalin “demir yumruğu” evin kapısında patladı.

“Açın polis! Hakkınızda ihbar var!”

Ev ahalisi balkonlara çıkarılp evler didik didik edilip saatlerce arandı. Halıları kaldırılıp, döşemeler kontrol edildi, koltuklar nalları dikmiş eşekler gibi ters çevrilip altına bakıldı ama hiçbir şey bulunamadı. Artık sabah olmuştu ki polisler aramayı bitirip balkona çıktılar.

İstanbul’un Karadeniz’e açılan boğazına tepeden bakan mahallelerin büyüleyici manzaraları vardır. Gemilerin boğazdan girip Marmara’ya doğru seyirtmesi görsel bir şölen gibidir.

Balkona çıkan polisler de böyle düşünmüş olacak ki ilk önce manzarayı seyredip ardından ev ahalisini yan yana duvara dizip cevap vermeye bile fırsat bulamadıkları bir hızla sormaya başladılar.

“Nerede çalışıyorsun?”

“Hangi partiye oy veriyorsun?”

“Neden bıyıkların öyle ağzını kapayacak biçimde uzatıyorsun?”

“İslam’ın şartı kaç?”

“Üyesi olamasan da sempati duyduğun bir örgüt var mı?”

“Komünist misin lan sen?”

Polislerin en irisi, sorulara aldığı cevapları beğenmeyince “kimi kandırıyorsunuz lan siz” diye yumruğunu kaldırmıştı ki.

İstanbul boğazından giren bembeyaz bir yolcu gemisi bütün gücüyle sirenine asıldı. Siren sesi o kadar şiddetliydi ki balkonda ki herkesi havaya zıplatmış polisin de eli havada kalmıştı. Beyaz yolcu gemisi dört tarafta yankılanan siren sesiyle birlikte ağır ağır ilerleyip evin tam karşısından manevra yapınca bacasındaki büyük, kırmızı orak çekiç bütün haşmetiyle ve iç titreten ikinci siren sesiyle birlikte ortaya çıktı. Orak çekiç denizin üzerinde ağır ağır, hatta nazlı nazlı süzülerek gözden kaybolana kadar balkondaki herkes olduğu yerde donup kalmıştı.

Polislerin, denizden salına salına geçen orak çekice karşı ellerinden hiçbir şey gelmiyor olması balkondaki şiddetin dozunu biraz arttırmıştı ama artık o şiddet ne evdekilere ne de çocuklara değmiyordu bile.

12 Eylül darbesinin sorgu tutanaklarına kaydedilen, “örgüt üyesi” ve televizyondaki generalin kendi yaptırdığı ana yasanın “Tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya cebren teşebbüs etmek” suçlarına ilaveten, “Boğazdan geçen Sovyetler Birliği gemilerinin orak çekiçli bacalarına bakarak komünist olduklarını ima etmek” suçunun ekli olduğu tüm devrimciler, Kireçburnu, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Sarıyer’deki mahallelerde yaşayan insanlardan müteşekkildir. Anadolu yakasındakileri hiç saymıyorum bile.

Bu gün yaşı yetmişe dayanmış her biri ise, kentsel dönüşümle birlikte evlerinin yıkımından sonra yapılacak “villaların” temel kazılarında, gün yüzüne çıkacak çuvallarını bekliyor.

O günlerde iş ile ev arası gidip gelirken bir de karakola uğrayan bir milletin ahvalinin yapacağı evlerin temel kazısında, o gün gömülen kitaplar, plaklar, dergiler ve fotoğraflar çıkacak.

Yaşadıkları yerden sökülüp atılanlar, ilk darbede olmasa da en çok ikinci kepçe darbesinin ardından, inşaat firmasının adamlarına tıpkı o gün orak çekiçli bacanın eda ettiği şaplak ayarında bir şaplak eda edecek.