“Bağdat Caddesi’nde, Göztepe’ye varmadan iki durak önceki simitçi benim. Bir gün uğrarsan, sana simit çay ikram etmek isterim” diye yazmış bir kardeş. Kadıköyü burası, mucizeler şehri…

Binalarımızı yıktınız ama dimdik insanlarımız var!

1)

Levent Üzümcü’yü izledim bugün. “Anlatılan Senin Hikâyendir” tek kişilik bir oyun. Uzun zamandır görmek istiyordum. Talihim yaver gitti, Nâzım Hikmet’in bahçesinde, hafif esen rüzgârın eşliğinde keyifli bir akşam geçirdik. Levent bu zorlu baskı döneminde boyun eğmedi, haksız saldırılara uğradı, Gezi süreci ve sonrasında sözünü esirgemedi. Bizim memlekette böyle adamlar sürgündedir. Sürgün illa memleketinden uzak kalmak değildir. Levent, Darülbedayi sanatçısı, evinden, kulisinden, sahnesinden kovuldu. Yine de küsmedi, pes demedi. Sevgim bundandır belki bir yanıyla…

Oyuna gelince… Metin tanıdık. Ege’nin iki yakasından hikâyeler anlatılıyor. Sınırların anlamsızlığından, zorla göç ettirilen insanların kederinden söz açılıyor. Levent öylesine güzel, etkili bir oyunculuk sergiledi ki, ellerim patlarca alkışladım. Böyle dönemde sanatçının hem yeteneğine, özenine alkış tutuyoruz; hem de toplumsal ödevini yerine getirmedeki duruşuna destek oluyoruz. Zorlu dönemlerde herkes sınav veriyor. Hepimiz etten kemikteniz, korkarız, üzülürüz, zorlanırız. Buna rağmen boyun eğmeden kalmayı becermek bir varoluş sorunudur. Levent bunu becermiş biri.

Bu yıl daha çok oyuna gideceğim.

2)

Köşe yazıları doğası gereği güncel, siyasal olayların izini sürmeyi gerektiriyor. Oysa yazarlık bazen mola vermeyi, ruhu serinletmeyi gerektirir. Önümüzdeki yıl tiyatroya, şiire, felsefe yazınına daha çok zaman ayıracağım. Canan Ergüder’le provalar başlayacak eylülde. Ne güzel bir ay eylül, insanda güz sevinci diye bir duygu tarif edilmeli. Çok kişi yazdan çıkmanın yaşam sevincini çaldığına inanır. Bende de tam tersi olur nedense. Sanki güzle birlikte yaşam renklenir, kalem daha bir işler, perdeler açılır ve yaşam paylaşılır. Elbet özlediğim, içine doğduğum İstanbul böyleydi.

Geçen gün Beylerbeyi sahilde kahvaltı yaptık dostlarla. Tenhaydı. Giderek daha muhafazakâr oldu mahalleleri. Yine de mahalle işte. Betondan binalar arasına sıkışmış olmaktan mutsuzum. Deniz görmeli insan. Sıkça gidiyorum denize, konuşuyorum onunla, aynasında yüzüme bakıyorum… İstanbul’un hüzünlü hali içime dokunuyor. Dağ taş inşaat, her yan beton… Beylerbeyi İskele’de evde gibiyim. Daha yolun başında tanıdık esnafla selamlaşma başlar, sahile doğru mutlaka biri çay söyler, başlar muhabbet. Hele de eylül gelince, çingene palamudu çıkmaya başlayınca…

Geçen gün bir arkadaşım İstanbul’dan kaçıp gitmek istediğini söyledi. Şaştım. Hele şimdi sardalye mevsimi… Nasıl giderim ben doğduğum yerden… Bir yazar insanından uzak olursa, uzun yaşar mı?

3)

Orhan Türker’in “Halkidona’dan Kadıköy’e” adlı çalışmasını okudum. Sel Yayıncılık basmıştı. Diyor ki orada biz Kadıköylülere: “Megaralılar’ın Bizans’ı kurmalarından 18 yıl önce M.Ö. 685 yılında Marmara’nın doğu kıyılarına ulaşan Megaralı bir öncü grubunun ilk Megara Kolonisini Halkidona’da oluşturmaları bilinen bir hikâyedir. Daha da fazlası bu öncü grup İstanbul’un tarihi yarımadasının stratejik yerini ve doğal güzelliklerini takdir edemeyip karşı sahildeki Halkidona’ya yerleştikleri için kör olmakla suçlanmışlar ve Halkidona’ya da Rumca İ Hora Ton Tiflon (Körler Ülkesi) yakıştırması yapılmıştır.”

Bize göre karşı yaka İstanbul, bu taraf Kadıköyü’dür. Miss Pardoe’nin 1830’larda kaleme aldığı “Beauties of the Bosphorus” adlı bir kitaptan söz açıyor Türker ve orada Halkidona/Kadıköyü için; fakir ve soluk bir Rum kasabası deniyor. Halkidona, üç ana bölgeye ayrılır. Birincisi Kadıköy İskelesi ve çarşının bulunduğu kent merkezidir. İkincisi Haydarpaşa çevresi, üçüncüsü ise; Rumların Fanaraki, Türklerin Fenerbahçe adını verdikleri alandır.

Şimdi o güzelim istasyonları yıkmakla meşgul gerici iktidar. Bu yoksul köy, büyümüş, gelişmiş, uygarlık yaratmış başlı başına. Anımsıyorum, ben yetiştim, sandalla açılır denize girerdik. Bir keresinde balık tutacağız diye ben, babam, dayım, kuzenler iyice açılmıştık, motor bozulunca küreklere asılmak zorunda kalmıştık. Bu “Körler Ülkesi”nde büyüdüm ben ve göz göre göre çalınıyor elimizden…

4)

Bugün Babıali yolculuğuna koyulduk. İstanbul’da bir yerden ötekine gitmek tam gün alıyor. Aynı güne iki iş sığdırmaya çalışan hüsrana uğrar. Yollar kalabalık, hava sıcak, boğucu… Tekin Yayınevi’ne iki kitap teslim etmek için yoldayım. Şiir kitabı yayımlamak, edebiyat çevresinde cesaret işi sayılır. Uzun zamana yayılmış şiir sevgim, çabam doğrusu kitap yapma niyetine dönüşmemişti. Romanlarımı şiirle harmanlamaktan hoşlanıyorum. “Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı” bir çeşit Cemal Süreya sevgisinin kitabı oldu. Şiiri açığa çıkarmaktan çekinir insan. Her gün ekrana çıkmak, kitlelere konuşma yapmak başka, kitap yazmaya benzemez… Tanıdığım en ısrarlı, hem zor, hem sevimli yayıncı Elif…

Babıâli Yokuşu basın, yayıncılık dünyasının kalbiydi eskiden. Gazeteler oradan çıkıp, plazalara girince basının da namusu bozuldu. Kapitalizm teslim aldı koca mesleği. Yokuşta insanlar birbirleriyle karşılaşır, sohbet eder, hatta sert kalem savaşlarına girenler bile yolda barışırmış. Farklı düşünce çevresinde olanlar aynı lokantalarda yedikleri için, aradaki soğukluk, kırgınlık kalkar, aynı mesleğin sorumluluğuyla ilişkiler sürermiş. Şimdi bu ihtimal yok artık. Herkes kendi kabuğuna çekilmiş durumda.

Remzi Kitabevi zamanı bu yokuşu çok tırmandım ben. Sağlı sollu yayıncılar görür, vitrinlerde kitaplara bakar, neşeli yolculuk yapardık. Şimdi İstanbul’un en güzel bölgesi salt Arap turistler için dekor haline gelmiş. Özgünlüğü yitmiş. Tekin Kitabevi’nin önündeki manolya ağacı direnmekte. Altında şekersiz kahvenin tadı başka…

Şiirleri teslim ettim o gün, bir tek kitabın adını koyamadım daha!

5)

2008’de Kadıköyü’nde Rum nüfusunun yüz kişiyi geçmediği saptanmış. Sonra da neden bu bayağılık, vasatlık diye üzülüp duruyoruz. Göztepe’de oturduğumuz Kısakürek Apartmanı’nı aradım da bulamadım. Yıkmışlar, yerine çirkin bir heyula dikmişler. Oysa üç katlı binamızın ne de güzel bir bahçesi vardı. Balkonumuza kadar giren erik ağacı, yanı başında da dut vardı. Kiracıydık orada. Annem hep iyi evlerde oturmamız için canını dişine takardı. Babamın işsizlikten bronşiti artar, sabahlara kadar öksürükle boğuşurdu da, yine de aile olmak korurdu bizi. Sonra kardeşim katıldı aramıza. Sanki onun gelmesi piyangoydu. Babam iş buldu, elimize üç kuruş geçer oldu. Ben Pansiyonlu İlkokul’da okuyordum. Nasıl güzel bir binaydı. Koca bir bahçesi vardı, belki elli yıllık ağaçlar arasında koşturur, oynardık.

1950’lerde Moda ve Kalamış esnafı ekseriyetle Rum egemenliği altındaymış. Türker’in kitabı neredeyse isimlerle döküm veriyor;

“Meyhaneciler Odissea ve Perikli. Erkek berberleri Lefter, Kozma ve Vladimiros Tagarakis. Bakkallar Panayot, Koço, Eftim, Foti. Manav Dimitri. Sobacı Petro. Kasaplar Yorgo, Petro ve Aleko. Tesisatçı Dimitri, Ayakkabıcılar İlia,Aksiyotid, Stelyo, Yani, Anastas. Eczacı Diamandi, Panayot… Diş doktoru Madam Vili, Doktor Konstantinos Kiru, Fotoğrafçı Servanis”

Bu özlem boşuna değildir. Bugün içinde çırpındığımız bataklık tam da bu yokluktan kaynaklıdır. Levent Üzümcü, Ege’yi söyledi o akşam bize. Elimizi nereye atsak bir yokluk, yalnızlık… Ben de İstanbul’u söylüyorum işte……

6)

Koca haftayı ahmakça bir tartışmayla geçirdik. “Evrim var mı yok mu?” türü bir soruyu siyasal İslamcılar tartışsa amenna, gelgelelim Nuray Mert Cumhuriyet gazetesinde döktürüyor. Anladığım kadarıyla inatla köşesinden bu tür tepki çekecek yazılarına devam edecek. Yetmedi, “Müftüler nikâh kıysa ne olur, esas olan akit değil mi?” benzeri cümleler kurdu. Neden Mert’e kızdığımızı düşündüm sonra. Bu kadın hep aynı yerde duruyor. Radikal yazılarını anımsayanlar bilir. Bu da bana dert değil ya neyse, sorumlular düşünsün…

Ne tuhaf günlerden geçtik. Sevdiğim, deneyimli bir muhabir arkadaşımla, daha AKP’nin ilk yıllarında tartışmıştık. Taraf çıkmış, kıyamet kopuyor. Eve ziyarete gelmişti. Bir aralık konu açıldı, ben “Taraf bildiğimiz bir kurgudur, yalan dolan yazmakta ve cumhuriyetin dibine dinamit koymaktadır” dediğimde, oturduğu yerden zıpladı. Ağzına geleni söyledi. Ne darbe seviciliğim kaldı, ne gericiliğim… Misafiri kovacak değilim ya, alttan aldım. Bir daha da ne aradım, ne sordum.

Öyle olaylar vardır ki söz biter.

7)

İtiraf etmeliyim sosyal medya çok zamanımı alıyor. Her an bir olay oluyor ve bir şey kaçırıyormuşum duygusu içinde yaşamak tuhaf. Haksız da sayılmam, gazetecilikten gelen bir alışkanlık bu. Öyle günlerden geçiyoruz ki kuşkusuz her an kötü şeyler oluyor, olacak gibi de duruyor. Nasıl bir güz gelecek belirsiz. İşsizliğin, açlığın, sevgisizliğin en azgın halini yaşıyoruz. Üstelik bunu söylemek de yasak. OHAL basını sultanı övmekle yükümlü. Babıâli’nin deneyimli, kaleminin namusu için yaşayan muharrirleri çok geride kaldı…

Sosyal medyadan bir ileti geldi, açtım. “Enver abi ben seni çok seviyorum, programlarını izliyorum ve kitaplarını okuyorum. Bağdat Caddesi’nde, Göztepe’ye varmadan iki durak önceki simitçi benim. Bir gün uğrarsan, sana simit çay ikram etmek isterim” diye yazmış bir kardeş. Kadıköyü burası, mucizeler şehri… Gideceğim, bu pespaye günlerde, insansızlık içinde kıvrandığımız bu şehirde kendisi şiir olmuş bir dostu kucaklamak için gideceğim…

Yazarın ödülü de budur işte. Binalarımızı yıktınız ama dimdik duran insanımız var!