Binayı da ormanı da yakan kapitalizmin ateşi

Portekiz’deki orman yangını ile Londra’daki bina yangını son zamanlarda karşılaştığımız büyük facialar. Portekiz’de 62, Londra ise 79 kişi yanarak ya da dumandan boğularak yaşamlarını yitirdi. Yangın nedir diye sorulduğunda “maddenin ısıyla birleşmesi sonucu çıkan reaksiyon” demek artık çok basit kalıyor. Bilimsel yanıtı elbette bu ama yangın “maddeyle ısının birleşmesin”den çok artık ihmalin vurdumduymazlıkla, kar hırsının tedbirsizlikle “birleşmesinden” ötürü meydana geliyor.

Portekiz ile Londra yangınları için “Batılı, gelişmiş ülkelerde” olmasına şaşırılmış bir yaklaşım sergiledi medyamız. Oysa şu yangın olgusunun çağdaş ya da antik zamanla bir ilgisi yok. Örneğin ABD’de 1865 yılında Oregon eyaletinin Willamette Vadisi’nde çıkan (Silverton Yangını diye bilinir) yangında, ne mutlu ki can kaybı olmamıştı ama 988 bin ağaç yok olmuştu. Yine ABD’de 1881’de gerçekleşen, Michigan eyaletini harabeye çeviren Thumb Fire yangını tüm coğrafyayı etkilemiş bir yangındı denir. 282 kişi yaşamını yitirmiş, bir milyon hektarlık alan kül olmuş, 15 bin kişi de bu yangında evsiz kalmıştı. Bu yangın Amerikan hükümetinin bu tür durumlar için bir yardım örgütünü kurması düşüncesini geliştirdi derler, Kızıl Haç Örgütü’nün doğuşunun nedenlerinden biri de bu yangındır.

Bunlar 19. yüzyılda meydana gelmiş binlerce yangından sadece ikisi. Günümüz dünyasında da sonuçları hemen hemen aynı olan, çıkış gerekçesi birbirine benzeyen yangınlar var. Örneğin 1 Mayıs 2016’da Kanada’nın Alberta kentindeki Fort McMurray bölgesinde gerçekleşen yangın binlerce hektarlık alanı yok etti. Alberta tarihinin en büyük kurtarma operasyonu da bu yangında gerçekleşti. O kadar başarılı bir operasyondu ki koca yangında sadece iki kişi, -o da kurtarma çalışmaları sırasında- meydana gelen trafik kazasında yaşamını kaybetmişti. Yangının Kanada ekonomisine maliyetinin 9 milyon doları bulduğunu söylemişlerdi.

Yani, Fort McMurray’deki kurtarma başarısı dışında (bu da her yangında gerçekleşmiyor maalesef) yüzyıl önce olan ile günümüzde olan yangınlar arasında bir fark yok. Dolayısıyla Portekiz ile Londra yangınına şaşılması tuhaf. Gerçekten Batı’da, gelişmiş ülkelerde yangın olmayacağına mı inanılıyor? Tek neden değilse bile zaten bu “gelişmiş” olma durumu bir yangın nedeni. Elektrik çağının sıkıntılarından biri de bu yangınlar işte. Elektriğin bulunmasından önce ormanlardan yararlanma kültürü olmayan bireylerin dikkatsizlikleri ya da ormanı yaşama alanına çevireyim derken ağaç kıyımına yol açan düşüncesizlikleri başlıca nedendi kuşkusuz. Ama yeni teknolojilerin varlığı da bunların üzerine eklenmiş oldu.

Yenilenmemiş bina
Londra’daki o korkunç bina yangını, binanın eskimiş, yangın olasılığına karşı yenilenmemiş olmasından kaynaklanmış bir facia. Margaret Thatcher’in başbakanlığı sırasında, büyük inşaat şirketlerinin isteği üzerine “bina dış cephesinin yangına karşı dayanıklı maddeyle yapılması şartı”nın kaldırılması (çünkü maliyeti arttırıyordu inşaat şirketleri için) bakın, otuz yıl sonra nasıl bir faciaya yol açtı.

Ayrıca, İngiltere, toprak ucuz olduğu için yan yana evler kurulmasına uygun bir ülke. O nedenle Londra başta olmak üzere tüm İngiltere kentleri “yayılan” kentlerdir. Yani İngiltere yüksek yapı geleneği olan bir ülke değil. Ancak toplu konuttan insanları küçücük odalara sıkıştırmayı anlayan sağcı iktidarlar, halk için yaptıkları belediye evlerinden, vazgeçeli çok oluyor ama hep gökdeleni tercih ettiler. Yangının çıktıkğı bina da 24 katlı bir binaydı. 60- 70’lerin toplu konut anlayışının ürünü rezil binalar bunlar.(İngiltere’deyken yıllarca işgal evlerinde kaldım ben, çoğu o yanan gibi yüksek binalardı, ne menem yapılar olduğunu bilirim.)

Londra’da sınıf farklılıklarını mahallelerde genel olarak fark etmek zor. Ama Kensington ile Chelsea’nın zengin mahalleler olduğunu fark etmek zor değil, yanan o bina Kensington ile Chelsea Belediyeleri’nin ortak sınırı içinde. Binadakilerin çoğunun göçmenler olduğu düşünülürse adı geçen belediyelerin binanın yangın ya da başka bir felaketle karşı karşıya kalıp kalmadığıyla ilgilenmedikleri ortada. Bu nedenle Londra başta olmak üzere sağcı Teresa May hükümetine büyük tepki var. Çünkü bu “insan eliyle” (ihmali, aldırmazlığı vs) ile gelen bir facia.

Portekiz’deki orman yangını ile Londra’daki bina yangınlarında itfaiyenin geç kalması ya da yeteri kadar müdahale edememesi sorunu da var. Londra düzenli de olsa büyük bir kent, genellikle sıkı denetim vardır ama yollarda itfaiye ya da ambulans gibi yol önceliği olan araçların geçişini engelleyecek birçok olumsuzluk var.
binayi-da-ormani-da-yakan-kapitalizmin-atesi-306756-1.
İyi de Eski Roma’da bile (belki daha da eskiye gider, kimbilir) itfaiye kurumu vardı. Elden ele kovalarla su döken, bu iş için çalıştırılan insanlardan oluşturulmuş bir kurumdu bu. O günden bugüne hala nasıl daha işlevsel olabilir bu kurum diye kafa yoruluyor. Büyük Londra yangını (şu meşhur 1666’daki) büyük felaketti kuşkusuz (tek yararı, tüm fareleri öldürdüğü için vebanın sonunu getirmiş olmasıdır derler) Londra’da tahta bina yapımından vazgeçilip tuğla yapımı binaya geçilmesine yol açmıştır. O zaman da itfaiye vardı ama devletin değil, özel sigorta şirketinin itfaiyeleri vardı. Sermayenin derdi kendi parası, yangın çıkarsa bir dolu para ödeyecek. O nedenle çıkmasını ya da çıktığında yayılmasını önlemek için itfaiyeler oluşturmaya ihtiyacı var. Devletin tüm bu dağınık özel itfaiyeleri bir araya getirmesi için 1832 yılına gelmesi gerekecektir.

Nasıl önlenir?
Günümüzde bu soruna kafa yoranlar iki türlü yangın söndürme tarzından söz ederler. Birine Aktif Yöntemler deniyor, yani itfaiyenin kullandığı yangın hortumlarını uyarı sistemlerini, otomatik yangın söndürme mekanizmalarını kaspıyor bu. Ama daha önemli olanının Pasif Yöntemler olduğunu söylüyorlar. Binaların tasarımının yangının yayılmasını önler biçimde yapılması bu yöntemin en başta geleni. Ateşe dayanıklı malzeme ile yangın merdivenlerinin yapılması da bina inşaatında şart. Çıkış kapıları herkesin kolaylıkla bulabileceği biçimde yapılmalı bu yöntem gereği.

Yangın sırasında yapı içindekilerin nerede toplanacaklarının önceden belirlenmesi de ciddi bir önlem. Yangın sırasında nereden, nasıl çıkılır bunun belirtilmesi önemli. Son yangın faciasında bu önlemlerin hiç birinin olmadığı görüldü. Panik elbette normal ama yangında toplanılacak alanların olması, bu alanların önceden bina sakinlerine çeşitli aralıklarla öğretilmesi gibi uygulamalar yapılmış olması o paniğe rağmen işe yarayabilirdi. Bunların hiç birinin yapılmadığı görüldü.

İngiltere’de her toplu konutta, her işyerinde yangın talimatnameleri en görülür yere asılır. Zaman zaman ayda bir belki, yangın tatbikatı yapılır, ya da yapılırdı. Sağcı hükümetler bunların hepsinin belediyelere yok olduğu gerekçesiyle kaldırılması yoluna gitti. Solcu belediyelere kabul ettiremedi ancak sağcı belediyeler hükümetin bu isteğine boyun eğdi. Son faciada can kaybının bu kadar çok olmasının nedenlerinden biri de bu. Çünkü uzun yıllar boyunca yangın tatbikatı yapılmamış binada. Çok az dumanı bile hissettiğinde çalışan alarmlar var, alevle karşılaşıldığında otomatik olarak su püskürten sistem var, ama bunların hiç biri Londara’da yanan o binada yok.

İnsan eliyle “hazırlanmış” bir felakettir bu.

İngiltere, şu otomatik yağmurlama sistemlerinden birinin kurulduğu, hem de 1812’de, ilk ülkedir oysa. Ünlü bir Drury Lane Tiyatrosu vardır, Covent Garden’de, ilk burada denenmiştir. O zaman akıl edilen bir sistemin bugün bazı binalarda olmaması anlaşılır gibi değil.

Bizde durum ne?
“Yangın, yaklaşık 400 milyondan beri ekosistemde hüküm süren bir olaydır” deniyor. Kastedilen orman yangınları, kuşkusuz. Orman yangınları konusunda biz de bir hayli ileride sayılırız. 1937 yılından beri tutulan kayıtlara göre günümüze kadar tam 70 bin kez yangın olmuş ülkemizde.

TEMA’nın verilerine göre yangınların yüzde 90’ı insan kaynaklı imiş. Bilgi şu: “Yazları sıcak ve kurak geçen Akdeniz iklimi etkisi altındaki Türkiye’de ormanların yüzde 60’ı yangın riskiyle karşı karşıya. Kahramanmaraş’tan başlayıp Akdeniz ve Ege’yi takiben İstanbul’a kadar uzanan 1700 km’lik bandın 160 km derinliğindeki bölümü yangın açısından büyük risk taşıyor. Bu alanda 12 milyon hektar yangına birinci derecede hassasiyet taşıyan orman alanı bulunuyor.

1997-2014 yılları arasında toplam 38.423 adet orman yangını tespit edildi. Bu yangınların sonucunda Kilis ve Yalova illerinin toplamına yakın (161.000 hektar) büyüklükte orman alanı yandı. Yangınların nedenleri incelendiğinde orman yangınlarının yaklaşık yüzde 90’ının insan kaynaklı olduğu görülüyor. Bu yangınların:

» Yüzde 52’si ihmal ve dikkatsizlik olarak nitelenen anız yakma, çöplükten ormana sıçrama, avcı ve çoban ateşi, sigara, piknik ateşi, enerji nakil hattı, trafik kazaları gibi sebeplerden kaynaklandı. Düzce ili büyüklüğünde (yaklaşık 110.000 hektar) orman alanı ihmal ve kusurlar nedeniyle yandı.

» Yüzde 12’si terör, kundaklama, orman açma ve diğer nedenlerle kasıtlı olarak çıkarıldı ve yaklaşık 20.000 hektar alana zarar verildi.

» Yüzde 26’sının nedeni saptanamadı. Uzmanlar bilinmeyen nedenlerin hemen hemen hepsinin insan kaynaklı olduğunu kabul ediyor.

» Doğal nedenlerle çıkan orman yangınları, yanan ormanların sadece yüzde 3’ünü oluşturuyor.

Elbette Protekiz’de ya da Lonra’da olan yangınlar ister yüz yıl önce ister günümüzde olsun rant ekonomisinin neden olduğu facilar çoğunlukla. İnsan ihmali denilen olgu da bu ekonominin duyarsızlaştırdığı insanların ihmali elbette.

Prometeus’un Zeus’tan çalıp insanlara armağan ettiği Ateş değil bizi yakan. Kapitalizmin kardan başka bir şey düşünmeyen hırsıdır bizi “yakan.”