Etrafımızda dönüp duran neon ışıklardan ve sonsuz uğultudan sıyrılmak istiyoruz. Sıyrılamamaksa çoğu zaman hiçliğe, kimi zaman Çığlık’a bağlanıyor

Bios Politikos’un çığlığı

MURAT MÜFETTİŞOĞLU / mmufettisoglu@gmail.com

Bir sanat eserinden iyi ya da kötü etki yaratması beklenir. Marksist estetiğe göre eser ancak o zaman sanatsal obje vasfına erişir; onunla bağ kuran kişi de sıradan biri olmaktan çıkar, söz konusu objenin süjesi olur. 2015’te yitirdiğimiz önemli felsefeci İsmail Tunalı bu durumu bilen(süje) ve bilinen(obje) kavramlarıyla betimlemiştir. Hâl böyleyken, bir sanat eserinin kimleri ne şekilde uyardığını kestirmek güçtür ve fakat sonuçları her zaman kurucudur. Schopenhauer’a göreyse sanat, ‘bitmez tükenmez koşturmalardan, koşullanmışlıklardan ve doyumsuzluklardan kopabildiğimiz yegâne duraktır’. O durak kalkarsa, iktidar otobüsünün götürdüğü yere gitmek durumunda kalırız. Siyasal iktidarın üretip gaza getirdiği bir grup mahlûkatın Contemporary İstanbul sergisine saldırmasının nedeni, hayatın pisliğe bulandığı şu zamanlarda bilenlere(süjelere) tahammül edememeleridir.

Her şeyin iyisi var, kötüsü var. İyi resim, statik halden dinamik hale geçme potansiyeline sahip resimdir. Ancak bunun için her zaman bir süjeye ihtiyaç duyar. Louvre Müzesi’nin gözdesi Mona Lisa’nın ziyaretçiler çekip gittikten sonra eser olarak değeri aynı kalır ancak dinamik boyutu bir sonraki ziyaret saatine kadar sıfırlanır. Sanat eseri ve sanatsever birbirlerine her daim ihtiyaç duyan iki öğedir; dahası birbirleri sayesinde var olurlar. Felsefi açıdan aralarındaki ilişki diyalektiktir; yani tümüyle organik ve canlıdır. BirGün yazarı ve sanat eleştirmeni Rahmi Öğdül’ün Contemporary İstanbul sergisine saldırının ardından dediği gibi; ‘sanatı savunmak hayatı savunmaktır.'

Sanatın savunulmak durumunda olmadığı; (kendi) doğal dinamikleriyle ve sanatçıların özgür dışavurumlarıyla var olabildiği kültürler de var. Lakin günümüzde pek çok sorun küresel boyutta beliriyor. Ve o kültürler de farklı noktalardan error veriyorlar. Çığlık, Norveçli ressam Edvard Munch’ün en ünlü tablosudur. Bireyin iç sıkıntısını, korkularını ve kaygılarını yansıtır, en azından otoriteler böyle yorumlamaktadır. Eser ilk sergilendiğinde, yakın plandaki adamın arkadaki iki adamdan korktuğu için çığlık attığını öne sürenler olmuş. Bazıları ise, adamın yerle göğün birleşmek üzere olduğunu görüp dehşete kapıldığını iddia etmiş. Munch’e gelince; sonradan günlüğüne şöyle yazmış: "İki arkadaşımla fiyordlarda dolaşırken yoruldum ve korkuluklara yaslandım. Güneş batmak üzereydi. İyi hissetmiyordum. Doğanın çığlık attığını hissedip çığlığa çığlıkla karşılık vermek istedim."

Doğa, kendi içinde kusursuz bir dengeye sahiptir, ki bu durum dışına da yansımıştır. Yerküre’nin şekline bakarak oluşumunda hangi dinamiklerin etkili olduğunu anlamak mümkündür: Dönerken soğuyan yapı, merkezkaç kuvvetlerinin de etkisiyle dikey eksende basık, yatay eksende şişik bir görünüm almıştır. Malumunuz bu devasa kütle, sayısız organik ve inorganik maddeyle birlikte sınırsız etkileşimler barındırır. Bilim binlerce yıldır doğadaki ‘neden-sonuç ilişkilerinin’ izini sürüyor. İşleri güçleştiren şey zaman! Zira yeni etkileşimler, oluşumlar, dengeler vb beliriyor. Bilim, az sonra dünyaya çarpacak asteroitten habersiz, laboratuarında çalışmaktadır. Oysa ölümsüzlük ilacını bulmasına ramak kalmıştır. Yaşamın özündeki bu ironi, yaşama sımsıkı tutunmanın gerekçesidir de. Bios Politikos’un, namı diğer yaşamın, bonkörce harcanacak değil, tutkuyla zenginleştirilmesi gereken bir bütünlük olduğuna inananlar, onu sanatsal bir obje gibi algılamasını bilen süjelerdir: yani siyasal iktidarın ve ürettiği mahlûkatın zinhar katlanamadığı insanlar.

Okuyoruz, yazıyoruz, resim yapıyoruz, müzik dinliyoruz, şarkı besteliyoruz, sohbet ediyoruz, araştırıyoruz, keşfediyoruz, yürüyoruz... Deneyimlerimizi ve duygularımızı tekrar tekrar yaşamak ya da başkalarına onaylatmak için mi? Olabilir. Bana kalırsa derin neden başka: Etrafımızda dönüp duran neon ışıklardan ve sonsuz uğultudan sıyrılmak istiyoruz. Sıyrılamamaksa çoğu zaman hiçliğe, kimi zaman Çığlık’a bağlanıyor. O noktalardan biri, edebiyatın da doğduğu ve farklı seslere büründüğü noktadır. Bu yüzden edebiyat, Batı’da fısıltıya Doğu’da çığlığa karşılık gelir. Thomas Bernhard, fısıltıyla çığlığın iç içe geçtiği metinler üretmiş batılı yazarlardandır. Ebeveynleri için söyledikleriyse adeta ilk çığlığıdır: “Bana sormadan beni yaptınız; hata yaptınız. Bana sormadan beni yaptınız ve beni çocukluğun karanlık dehlizlerine fırlatarak yeniden hata yaptınız. Size saygı duymak zorunda değilim.” O dehlizlerin neler olduğunu, neler yaşadığını bilmiyorum ve fakat abarttığını da düşünmüyorum. Yoksa Tinteretto’nun Beyaz Sakallı Adam tablosuna bakarak 150 sayfalık kitap yazmaz; Avusturya hükümetinden tutun, bütün tüzel/özel iktidar biçimlerine ve toplumun sefil alışkanlıklarına saldırmazdı.

Fikrimce bir sanat eserinin ideal formundan söz edilemeyeceği gibi, sanata da büyük misyonlar yüklenmesi doğru değildir. Kendi halinde yeşermesi için özgür bir zeminin tesis edilmesi yeterlidir. Nihayetinde her dışavurum, vücuda giren toksinlere karşı metabolizmanın verdiği alerjik tepkilere benzer. Dolayısıyla çoğu eser -ama az ama çok- kurucu/onarıcı obje statüsündedir. Beğeniriz ya da beğenmeyiz; etkisi olumludur ya da olumsuzdur, ayrı. Âşık Mahsuni’ nin sözle ezgiyi en saf noktada buluşturması içimizi taşırırken, Munch’ ün ortaya bir soru işareti çizip bırakması bizi farklı farkı boyutlara taşır. İnsan olarak içimizin taşmasına ne kadar ihtiyacımız varsa, farklı boyutlarda heyecanlanmaya ve düşünmeye de o kadar ihtiyacımız var.

Edebiyatsever bir dostum, 18. ve 19. yy edebiyatının yarattığı etkiyi 20. yy edebiyatının yaratamadığını; özellikle anlatı sanatının ağırlıklı olarak bireysel nitelikler taşıdığını iddia etmişti. Haklıydı. Sermaye uzun zaman önce edebiyata da el attı. Ticari niyetlerle yapılan bu müdahale, nitelikli edebiyatın kıstaslarıyla niteliksiz edebiyatın kıstaslarının iç içe geçerek çiçeği burnunda okurların kafalarının karışmasına neden oldu. Ancak iyi sanat/müzik/edebiyat hala var, inancım odur ki hep olacaklar. Dahası, iyi sanatla kötü sanat arasında birbirlerini beslenen bir ilişkiden söz etmek de mümkün. Sorun, sanatı organize ettiğini sananlar ve ona saldıranlardır.

Bağlayalım: Her şey ihtiyaçtan doğar. Kapitalizmin varlığı, üretimin, yaratımın ve paylaşımın önünü açan bir kamusal alanın oluşmasına engel olurken, bireyin ihtiyaçlarını da koşullandırıyor. Siyasal iktidarınsa her hamlesi kamusal alanı ve beşeri dokuyu parçalamaya dönük amaçlar taşıyor. Ancak o Beşer, hiçbir şey yapamıyorsa gün gelir keskin bir Çığlık atar!