İki tarafın da dilinden; vatan, millet, “son kale” lafları hiç eksilmiyor. Peker’de sezilen, devletin kılcal damarlarında dönen karanlık olaylara ilişkin müthiş bir aşinalık ve bunun yarattığı özgüven. Altta işleyen temel motif ise milletin ve devletin “görev çağrısı”na her daim hazır bir “vatan delisi” olmak!

Bir aile draması

MÜSLÜM KAVUT

Son günlerin en heyecanlı konusu bilindik bir mafya liderinin bir sosyal mecrada yayınladığı videolar ve o videolarda dillendirdiği iddialar. İddialar yeni ve sarsıcı ama hikâye bize ve bu topraklara aslında hiç de yabancı değil. Mevzubahis olan özünde, Topal Osman’dan 6-7 Eylül’e, Özel Harp Dairesi’nden Susurluk’a aslında hepimizin malumu bir eklemlenme ve yek vücut olma hali. Yani, “Devlet”in deruni bir kolu haline gelmiş çeteler ya da “devlet adamlığı” müessesi aracılığıyla organize suç faaliyetlerinin sistematik bir mecrası olarak devlet.

Her bölümde şimdi ne olacak diyerek heyecanla ekran başına geçerken, restleşmeler ve uzlaşmalarla örülü bir gerçekçi aksiyon dizisi izliyoruz adeta. Bir “boş zaman” eğlencesi olarak sinemanın, ki buna popüler sinema da diyebiliriz, ana unsurlarından biri; izleyicinin, anlatının kahramanıyla özdeşlik kurabilmesidir. Yani, bir müddet sonra senaryonun içine dahil ediliriz ve artık olayı hikâyenin iyi kahramanlarının gözünden görmeye başlarız. Bizim için asıl sıkıntı işte burada başlıyor. Filmimizdeki baş kahraman Sedat Peker, “aynı bağın güllerinden biri”. Ara ara da bir anda aşka gelip “Turan’ı kuracağız” nidalarıyla Türkçülüğünü vurguluyor. Bu ise bize, izlediğimizin aslında bir “spin-off” yani yan hikâye olduğunu, asıl filmin ise kendi tahayyül dünyalarında, yıllar içinde nakış gibi özenle işlenen ve “memleket/millet düşmanları”na karşı mücadeleyi temel alan bir senaryoya dayandığını hatırlatıyor. Hani şu kan banyosu yapmak gibi faşist ütopyalarla tatlandırılan sahneler var ya, işte onlar asıl filmden. Gerçek dünyada ise bu kanlı kahramanlık destanlarının düşman olarak resmettiği, birtakım yerlerde gizli kapaklı işler çeviren karanlık güçler değil, gerçek insanlar ve onların idealleri var. Toplumun bir parçası olan farklı siyasal tahayyüller aslında söz konusu olan. Bu açıdan bakınca fazla uzağa gitmeye de gerek yok. İki taraf açısından da asıl düşmanın; başta memleketin solcuları olmak üzere, kendilerinden görmedikleri farklı inançlara ya da etnik kimliklere sahip ve kendilerinin onaylamadıkları yaşam biçimini benimsemiş herkes olduğu açıkça görülüyor.

Taraflardan biri evin yaramaz ve asi çocuğu pozlarında. Diğeri de baba figürünün en yakınındaki ve en güvendiği isim durumunda. Yani, bir yönüyle de bir aile draması. Evin çatısını oluşturan ise ortak zihniyet dünyaları ve onun temelinde yatan, milletlerin adeta kanlı canlı bir insan gibi yaşamını sürdürebilmek için diğer milletler ve içerdeki ajanlarıyla boğaz boğaza mücadele ettiğine dair neredeyse çocuksu bir tarih kurgusu. İki tarafın da dilinden; vatan, millet, “son kale” lafları hiç eksilmiyor. Peker’de sezilen, devletin kılcal damarlarında dönen karanlık olaylara ilişkin müthiş bir aşinalık ve bunun yarattığı özgüven. Altta işleyen temel motif ise milletin ve devletin “görev çağrısı”na her daim hazır bir “vatan delisi” olmak! Diğer taraf için ise işler çok daha basit. Zaten epeydir memlekette ne olsa, bunu vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü mücadelesine bağlamakta mahir bir retoriğin ustalarından bahsediyoruz. Varılan yer ise zaten yıllardır hiç sekmiyor: Gözbebeğimiz gibi korumamız gereken, biricik kutsalımız devlet ve onun biricik siyasal temsilcileri olarak iktidar. Ülkenin üniversite adı taşıyan birtakım yerlerinde bile; gerçek toplumsal çelişkiler ve mücadelelerden bahsetmek yerine; genç kuşağın bayram, düğün ve cenaze gibi zorunlu geniş aile sohbetlerinden zaten aşina olduğu “dünyayı üç aile yönetiyor yeğenim” yollu laflar edilirse, neticede siyasal figürler açısından da çıkıp bu türden konuşma imkânı doğar. Memlekette “Siyonistlerin Gizli Protokolleri” türünden uydurma kitapları okumayı geçtim, üç cümle alıntısını yapabiliyorsan, sosyoloji ve tarih defterini artık açılmamak üzere kapatmaya muktedirsin zaten. Yanlış anlaşılmasın, eskiden de memlekette Memiş, Keto gibi popüler medyumlar, Aytunç Altındal gibi okültizm uzmanları, Haktan Akdoğan gibi profesyonel uzay meraklıları biraz magazin biraz bilgi amaçlı konuk edilir; ezoterik inançlar, uzaylılar ve parapsikoloji gibi mevzular dillendirilirdi. Ama memleket ahvalini tarot kartlarına, dünyanın gidişatını da bir takım gizli örgütlere havale etmek ve dahası bu türden analizleri baş tacı eden siyaset programları dizayn etmek bu döneme ve bu dönemin “kanaat teknisyeni” gazeteci-yazarlarına nasip oldu. Dolayısıyla, kaldığı kadarıyla siyasetin alanı ve ufku da buna uygun olarak, vatan-millet-bayrak edebiyatıyla biraz gönülleri okşayıp bu arada iktidarın kaderini devletin bekasına ustaca teğelleyerek, siyasal muarızlarını kolayca hain ve terörist olarak yaftalamaya teşne bir kısım basmakalıp, ezbere lafları sıralamaya indirgendi.

Asıl mevzumuza dönersek, içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandırmak için olayın taraflarının sunduğu gibi, dünyayı yöneten bir takım gizli örgütlerden, dış güçlerin ve onların içerdeki uzantılarının faaliyetlerinden oluşan, büyüklere masallar cinsinden laflara ihtiyacımız yok. Tam tersi, memlekette alıp başını giden bir “büyük resmi görme” merakının gerçeği gizlemeye hizmet ettiği aşikâr. Meşhur şarkının söylediği gibi, “içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız gangster cenneti”nin gizemli kapılarını açmak için, tam da siyasetçilerin ağzından medyaya, medyadan aile ve dost meclislerine sirayet eden bu zihniyet dünyasıyla ve onun temsilleriyle yüzleşmemiz gerekiyor. Bu mevzubahis bir takım “Memleket delileri”, “serdengeçtiler” ve “vatan ve millet sevdalıları” aslında kim ve neye hizmet ediyor? Bu sorunun cevabını kuşkusuz akademik anlamda arayan pek çok çalışma var. Fakat bunun yanında, görselliğin büyüsünü bir anlatım gücüne çevirerek en popüler sanat dalı halini almış olan sinemadan da pek çok örnek verilebilir. Aklıma ilk gelenler, Bernardo Bertolucci’nin “Konformist” ve Başar Sabuncu’nun “Zengin Mutfağı” isimli filmleri. Ele aldıkları dönem, hikâyelerin arka planını oluşturan atmosfer ve anlatım dilleri açısından belirgin farklılıklar taşımakla birlikte, bize faşizmin toplumsal zeminini anlama konusunda farklı coğrafya ve zaman dilimleri içerisinden zengin bir içerik sunuyorlar. Her iki yapım da çoğunlukla bürokratik bir rasyonaliteyle işlediği ve kanunlar manzumesine dayandığı varsayılan ama aynı zamanda da bir kutsiyet zırhıyla kuşatılan devletin, varlığını sürdürebilmek için meşru gördüğü karanlık yolları ifşa eden anlatılar olarak öne çıkıyor. Her ikisinde de hikâyenin merkezine konulan karakterler, mafyatik ve kamusal figürlerin dışında gayet sıradan insanlar. Bu anlamıyla meselenin toplumsal ve gündelik zeminini de gözler önüne seriyorlar. Konformist’in kahramanı Clerici, sicili temiz, eğitimli ve parlak bir devlet memuru. Ortadan kaldırılmasına yardımcı olacağı üniversite hocasının ona dediği gibi, inançlı ve gerçek bir faşist olmaktan ziyade bir konformist. İçinde yaşadığı topluma uyum sağlamak ve kabul görmek için faşizmi gayet bilinçli olarak tercih eden biri. Zengin Mutfağı’nın Selim’i ise 15-16 Haziran direnişine katılan işçileri ihbar ederek karşılığında ödül olarak paramiliter bir eğitim kampına yollanan ve bu sayede patronun sağ kolu haline gelen eğitimli ama işsiz bir genç. Başlangıçta derdi nişanlısıyla evlenmek için gereken parayı denkleştirmek iken, daha sonra “anarşist faaliyetler”e karşı kutsal davası içinde, nişanlısından bile şüphe duyar hale gelen, Clerici gibi çıkmazda ve dramatik bir karakter Selim. Her iki film de faşizmin bir toplumsal iklim yaratırken insanı nasıl dönüştürdüğüne odaklanırken, seçtiği karakterler ve sorduğu sorularla da objektifi aslında bize çeviriyor. Böylelikle sadece bu anlatıların izleyicisi değil, meselenin de bir parçası olduğumuzu hatırlatıyor. Bireysel olarak, yeniden ve yeniden yüzleşmemiz gereken temel sorun Clerici’nin bilinçli körlüğüyle nasıl başa çıkacağımız olarak belirirken; benzer biçimde, Lütfü Usta’nın bize sorduğu, “Ayrılmak mı zor? Bu mutfakta hizmet etmek mi?” sorusu üzerinde düşünmek, keyifle ekran başına geçerek “Yiyin birbirinizi” demenin ötesinde bir tavır geliştirebilmenin de imkânlarını ortaya koyuyor.