Thames nehrinin kıyısındaki National Film Theatre’ın önünde her pazar günü kurulan kitap pazarında bulduğum çok eski bir sinema dergisinde görmüştüm Rin Tin Tin’in fotoğrafını. En son ne zaman seyretmiştim Rin Tin Tin’li bir filmi anımsamıyorum, ama biliyorum, çok yıllar geçti. Birdenbire fotoğrafıyla karşılaşınca bir tuhaf oldum açıkçası.

Çocukluğumuzun en vazgeçilmez kahramanlarından biriydi o. Her çocuğun sahip olmayı hayal ettiği, türünün en güzel köpeklerinden biri. İlerleyen yaşımızın diğer hayvan karakterleri olan Tarkan’ın kurdundan, Tenten’in köpeğinden, Tommiks’in atından farklı bir kahramandı Rin Tin Tin. Bu saydığım hayvanlar sahiplerinin kötülerle mücadelelerinde onların yardımcılarıyken, Rin Tin Tin, oynadığı filmlerin “esas oğlanıydı” âdeta. İnsanlara ait olması gereken ne kadar iyi özellik varsa ona yüklenmişti üstelik. Cesurdu, sadıktı, duyguluydu, akıllıydı. Birçok insanda hepsinin birden bulunması mümkün olmayan bu özellikler, tümüyle onda toplanmıştı. Bu yüzden ben, başkalarını bilmem ama, onu, bir insanmış gibi benimsemiş, köpekliğini es geçmiştim. Kahramanları hep “iyi Amerikalılar” olan diğer Hollywood filmlerindeki gibi, Rin Tin Tin de “iyi bir Amerikan köpeğiydi” oynadığı filmlerde.

İyi de, Rin Tin Tin Amerikalı değildi gerçekte. Gerçi çocukluk dönemimizin en popüler dergisi Doğan Kardeş’te, “Dünyanın en meşhur Amerikan köpeği” diye tanıtılmıştı anımsadığım kadarıyla ama, ABD’ye sonradan götürülmüş Almanya doğumlu bir “göçmen”di. Sanki bir kuralmışçasına hep en iyi Amerikan aktörleri göçmenlerden çıkar ya, işte Rin Tin Tin de onlardandı.

Diğer aktör ya da aktrisler gibi onun da zirveye çıkmadan önceki yaşamı trajedilerle doluydu. Annesi Birinci Dünya Savaşı’nda Kızıl Haç’ın kullandığı köpeklerden biriydi. Amerikalı asker Lee Duncan, beş yavrusuyla birlikte sığındığı bir kuytuda bulmuştu anneyi. Savaşın bitiminde hepsini alıp ABD’ye getirdi beraberinde. Yavrulardan birinin adını Rin Tin Tin koymuştu. Ne kadar bildik bir hikâye değil mi? Kimi hayvanların yaşam çizgileri insanlarınkine ne kadar benziyor.

Rin Tin Tin, sinema dünyasına nasıl adım attı, bilmiyorum ne yazık ki. Ama 1920’lerin başında sessiz sinema döneminde, “Cehennem Nehri’nden Gelen Adam” adlı filmle beyazperdede görüyoruz onu. Amerika’nın en popüler hayvanı oluşu bu filmden sonradır. Bu filmde gösterdiği başarı nedeniyle bir süre sonra ünlü film şirketi Warners Brothers’ın kadrosuna geçer. Adı geçen şirketle tam 29 film yapar. Bunların son yedisinde Rin Tin Tin’in havlamalarını da duyar seyirciler: Sessiz sinema dönemi bitmiştir artık. Başarılarla dolu “sanat yaşamına” iki de televizyon dizisi sığdırır. Bugün bile Rin Tin Tin’den doğup çoğalan köpekler vardır ABD’de.

Yurttan uzak bir coğrafyada başarılı olmanın ödenmesi gereken ne kadar bedeli varsa, Rin Tin Tin de bunu ödedi elbette. Bir Alman çoban köpeği (German Shepperd) olmasına karşın kimse bunu hatırlamadı bile. Bundan herhalde üzüntü de duymuş olmalı. Kimliğinizin yok sayılmasından siz hoşnut olur muydunuz?

Filmlerinde Almanlığı hiç de belli olmazdı. Şu son dönemlere yetişseydi, Hollywood’un bazı dengeleri gözeten anlayışından o da yararlanırdı, diye düşünüyorum. Son dönem ABD filmlerinde özellikle polisiye ya da macera filmlerinde, dikkat ederseniz siz de fark edeceksiniz, cesur, atak ve kuşkusuz iyi insanlar olan Amerikan polislerinin şefleri hep siyahlar oluyor. Azınlıkları öne çıkaran bir rol dağılımına daha bir dikkat ediliyor. Gerekçesi ne olursa olsun, ince bir davranış tabii. Günümüzde yaşamış olsaydı, Rin Tin Tin’in de Almanlığı vurgulanırdı herhalde.

Gerçi o, hiç böyle kaygıları yokmuş gibi oynardı rolünü. İyi bir Amerikan köpeği olmayı ne kadar iyi beceriyordu. Sanki senaryoyu almış okumuş da, içinde duyumsamıştı rolünü. Bütün Amerikan köpeklerinin böyle olduğuna onun sayesinde inanmışımdır ben örneğin. 11 Eylül saldırılarının ardından çoğu Amerikalı olmayan aktörlerin, aktrislerin, saldırı kurbanlarının aileleri için para toplama kampanyasına katıldıklarını görünce, Rin Tin Tin de orada, hem de iyi bir Amerikalı olarak yer alabilirdi diye düşünmedim değil. Çünkü “iyi Amerikalı” olmak Hollywood’un dışında da sürdürülmesi gereken sahici bir roldür. Tüm Amerikan köpekleri için böyledir bu.

Hani şimdi artık kimsenin umursamadığı anti-amerikancılık vardı ya! Herkesin öyle olduğu zamanlarda, çok da gençtim, şakacıktan düşünürdüm: “Rin Tin Tin sen bir Alman köpeğisin, Amerikan köpekliği nene gerek,” diye. Şaka maka ama haksızlıkmış meğer yaptığım. Yıllar sonra daha iyi anladım. Kendisini bağrına basan, yetiştiren, şöhret yapan, sığındığı ülkeye köpeklik yapması neden kötü olsun?

Kendi vatanında Amerikan köpeği olmak daha mı iyiydi yani?