Blake bir kum tanesinde dünyayı, bir çiçekte cenneti görebiliyor ve bir ânın içinde sonsuzluğu ve sınırsızlığı kavrayabiliyordu. Borges ise bir saniyenin içinde milyonlarca eylem gördü. Ân, tohum gibi, içinde sonsuzluğa uzanan bir diziyi eşzamanlı olarak barındırıyor. Fakat Borges “sonsuza kadar giden bir dizinin birimlerini sıralamak olanakdışı” diyor ve ekliyor: “Ben tek bir dev saniye içinde hem fevkalade hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiçbiri de beni, hepsi mekânda aynı noktayı kapladıkları halde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı, fakat şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak, çünkü dil sıralayıcıdır.” (Alef, İletişim). Anlatmaya ya da yazmaya kalkıştığımızda, bir ânda gördüğümüz milyonlarca eylemi artzamanlı olarak sıralayabiliyoruz ancak. Ve üstelik sadece dile getirebildiklerimizi, önem atfettiklerimizi ipe boncuk dizer gibi diziyoruz peş peşe. Dile gelemeyenler ise anlatma çabasına değmediği ya da ifade edemediğimiz için devre dışı kalıyor. Anlatılarımız çizgiseldir ve çizgisel anlatılardan tablolar yapıyoruz; çizgisel perspektif yasalarına göre çerçevelerin içinde nesnelerden düzenler inşa ediyoruz.

Biz şeyleri anlara değil, tabloların içine sığdırıyoruz. Neler sığdırmıyoruz ki? İktidar, düzen, hiyerarşi, ahlak, yasa, boyun eğme ve eğdirme; toplumda değer verdiğimiz, taptığımız ne varsa. Ve tablolara sığdırdıklarımızla yargılıyoruz yaşamı. Tablolar, her şeyi yargıladığımız referanslarımız. Ve yaşamlarımızı da tabloların içine sığdırdık; duvarda asılı çerçeveli yaşamlar. Peki, tablolar kimin eseri? Tablo olarak yaşam, Rönesans’da zirveye ulaşmış ve kadim zamanlardan beri hâkim olan bir bakışa göre tasarlanmıştır. Bu, iktidarın bakışıdır. İktidarın bakışı bedenleri nesneleştirmekle kalmayıp, hiyerarşik bir düzene göre yerleştiren ve bu düzeni yasalara bağlayan, nesneleştirdiklerine boyun eğdiren ve nesneleşenlerin hiyerarşik ve ahlaki yasalara boyun eğmek zorunda kaldıkları bir bakış. Bu bakış, her zaman çerçeveye gerek duyar; tablo çerçevesiz olmaz çünkü. Çerçeve, iktidarın baskıcı, faşist düzenini, yeryüzünün hayat dolu akışından ayırmak için gerekli. Çerçeve, tablonun içine hayat girmesin ve iktidarın baskıyla, şiddetle kurduğu kendi düzenini bozmasın diye var. Yeryüzü de çerçevelerle tablolara ayrılmıştır. Sınırlarla birbirinden ayrılmış tarlalar ve ülkeler, tablolardır. Tarlalarda, kimi ülkelerde olduğu gibi monokültür uygulanır. Ve iktidarlar, kendi tarlalarında kendi kültür ürünlerini yetiştirirler. Kültürel sermayemiz, hangi tarlanın ürünü olduğumuza bağlı.

Tarlaları birbirinden ayıran sınırlara da an deniliyor (bkz. TDK). Sınırlar genellikle derin bir şekilde çapalanır ve bu bölgelere çalı türü bitkiler ekilir. Tabii biz sınırlarla değil, tablolarla ilgileniyoruz; gözlerimiz çerçeveye değil, tabloların, tarlaların, ülkelerin hiyerarşik şeyler düzenine, kültür ürünlerine yöneliyor. Tarlalarda insan yetiştiriyorlar; üç, beş çocuk derken, kültür ürünleri logaritmik olarak çoğalıyor. Ve ürün fazlası savaşlarda harcanıyor. Sınır, yani an, tabloların hiyerarşik düzeninden, yasalarından, iktidarın bakışından kaçan yaşamı tüm çeşitliliğiyle barındırıyor. Doğal ekosistemlerde bile sistemleri birbirinden ayıran geçiş bölgeleri, tür çeşitliği bakımından çok zengindir; buralara ekoton deniyor. Bir de ülkeleri ayıran sınır boylarındaki ekotonları düşünün; tabloda olmayan çok dillilik, kültür çeşitliliği çerçevelerde birikiyor.

Yeryüzü, çerçevelerle parsel parsel tablolara ayrılmış; artık yaşam sınırlara, anlara sığınıyor. Bir ânın içine sonsuzluluğu ve sınırsızlığıyla evreni sığdırabilir; bir ânda milyonlarca eylemin birbirini gölgelemeden gerçekleştiğini görebilirsiniz. Ama sıra anlatmaya gelince, çizgisel tablolar yaratıyor ve yarattığımız tabloların çizgisinde, askıdaki ekmek gibi asılı kalıyoruz; ya da bir tablodan bir başka tabloya göç etmeyi özlüyoruz. Anlatmayalım artık, âna gömülelim. Borges’in dev bir saniye içinde gördüğü milyonlarca eylemden biri olmak. Bir ânda yaşamın tüm kudretini yakalamak. Yaşam, ânın içinde birikiyor.