Kırık Midyeler filmini 2011 yılında festivalde seyrettim. Filmden haberim vardı, kurgu sürecinin bir bölümünde Ayhan Ergürsel ve yönetmen Seyfettin Tokmak ile görüşmüştüm, üzerine dönen tartışmaları ilgiyle takip ettim. Benim için bu anlamda -şimdi ne alakası var diyeceksiniz- yakın geçmişteki üç film aynı şeyi temsil ediyor: 11’e 10 Kala, Aşk ve Devrim ve Kırık Midyeler. Şimdi ben bunlardan bir soyutlama yapmaya kalkınca, belki de bu filmlerin yönetmenleri bile şaşırır, onlarla ve o filmlerle benimkinin ne alakası var bile diyebilir. Madem ki ben sinema tarihçisiyim, soyutlamak da tarihçinin işidir, madem ki Türkiye’de gündelik sinema eleştirisi rehberini kaybetmiş ve kuramlaştırma görevini tümüyle ihmal etmiştir, o zaman ortak bir tespit üzerinden yeni Türkiye sinemasını soyutlamayı deneyeyim, kusurlarımız affola, ama ben tartışmaya hazırım.
Sadece şunu söyleyeyim, Kırık Midyeler’i görmenizi tavsiye ederim, üzerinde epey düşündüm. İstanbul’un görünmeyen yüzünü anlatıyor, bu görünmeyen yüzle yüzleşmemiz hepimiz için iyi olur, üstelik yakın gelecekte Türkiye’de giderek etkisi artacak sorunların ilk tanıklarından biriyle karşı karşıyayız, filmin bağlamı giderek daha büyük sosyal olayların habercisi ve yönetmen tutarlı bir bütün halinde anlatıyor bunları.

ORTAK NOKTALAR
1. Bu üç filmin hepsini ticari gösterimi öncesinde seyrettim, üçünün de ticari olarak gişe yapmayacağını bildim ve yakın çevreme söyledim. Üçü için de hayıflandım ve keşke senaryo aşamasında bir şeyler yapabilseydim dedim. Üçü için de yapabileceklerim olduğuna inanıyordum.
2. Peki, zaafları neydi, niçin bu filmler gişe yapamazlar diye düşündüm ve söyledim? Çünkü üç filmin de en önemli eksikliği filmlerin bir ruhu olmaması, daha senaryo aşamasında karakterin çelişkisi ve toplumsal bir anlam taşıyacak yöne doğru karakterin kimliğinin geliştirilmesi ve yaşadıkları olayların toplumsal bir anlam taşıyacak bir kanala akıtma anlamında sorun yaşaması. Yani bireysel bir hissin, düşüncenin ve varoluş tarzının toplumsal dile tercüme edilememesi. Yani bu filmler aslında tekil bir hikâye anlatıyorlar, kendi hikâyelerine bağlı kaldıkça toplumsal dile tercüme edilmemiş ayrıksı hikâyelere dönüşüyorlar, üçü de yaşamdan yeterince beslenmiyor ve senaryolar da rota şaşıyor. Yani senaryolar yazılırken, bir yerden sonra senaristin kalemi tıkanıyor, kendi öz bilinci bulanıklaşıyor, tıkanma aşılamıyor, bunun yerine ortak dile tercüme edilemediği için ayrıksı bir hikâye çıkıyor. Karakterin ve hikâyenin ruhu seyrekleşiyor böylelikle, dirençleri azalıyor, aynı nedenle seyircinin ilgisi azalıyor, dağılıyor.
3. Üçünde de temel bir yönetmen hatası yok, metin sorunlu, metin rotasını şaşırmış. Sanıyorum üçü de kurgu aşamasında önemli değişikliklere uğruyor. Senaryonun yönetmen tarafından yazılması ya da yazılmaması sorun değil. Zaten -ara parantez- ben Yeni Türkiye Sinemasının en büyük sorununun metin üretmekte yaşanan sorun olduğunu düşünüyorum, bu metni yazanın kimliğinden çok daha büyük sorun.
Buradan genel özelliklere bir geçiş yapılabilir sanıyorum.
1. Bizim sinemamız düşünsel olarak hesabı verilmiş ve olay örgüsünün dışında, ideolojik anlamda çarpıcı, duyumsal olarak insanın keşfetmekle kendine dair fikrinin derinleşeceği, ahlaki olarak değer yaratan ve seyircinin hayatına taşıyabileceği sorgulamaları içeren metinler üretemiyor, bu anlamda yeni Türkiye sineması metin olarak tıkanmıştır, estetik olarak değil.
2. Bir başka önemli sorun da şudur: bizim sinemamız aslında entelektüel olarak farklı dünyaların, disiplinlerin, dünya görüşlerinin üzerine inşa edilmiyor, siyasal olarak kendine bir anlam ve gerçeklik dünyası kurmuş metinler üretemiyor. Aslında toplumsal yaşamımızı yeniden yorumlayacak bir güçten yoksun, bu anlamda öz farkındalığı büyük oranda eksik, asıl tıkanma buradan kaynaklanıyor. Bundan dolayı aslında en yalın haliyle söylersek, felsefik olarak tükenme yaşıyoruz.
3. Aynı zamanda çok önemli bir başka sorun var: bireysel olan ile toplumsal olan, tekil ile bütün, karakter ile olay örgüsü, bir olayın aşamaları ile fikir değeri olan, yaratıcılık ile fikirsel tartışma alanları içinde, sinemamız hep birincilere ağırlık veriyor, dolayısıyla aslında filmlerimiz toplumumuzu sorgulamak, evrensel olmak, varoluşa anlam kazandırmak bağlamında hep eksik kalıyor. Eleştiri alanında ise durum daha vahim, eleştirimiz ne ikincilerin farkında ne de en azından yönetmenlerimizin yaptığı denli birincilerin hakkını veriyor, hatta çoğu kere filmlerin öykülerini bile yeterince tutarlı bir şekilde çözümleyemiyor.
4. Siyasi hayatımızdaki dar görüşlülük ve kısır polemikler, düşünsel hayatımızdaki inanılmaz kifayetsizlik, yüzleşme alanındaki eksiklerimiz ve içgörümüzün zayıflığı ile personamızın baskın olması, felsefeye olan aşırı uzaklığımız, yeni değerleri ve eylemleri tetikleyecek, arayacak bir kendini gerçekleştirme iradesi ve insanın direnişle ancak ayırtına varabileceği sebatla verilmiş mücadelenin ürettiği ihlal edilmemesi gereken manevi ilkeler ve değerlerin yokluğu büyük oranda sinemamızı bir fasit dairenin içine sokuyor.
5. Tam da bu anlamda, Yeni Türkiye Sinemasının en önemli özelliğinin ben küçük burjuva karakterli olması ile saptanabileceğini söylüyorum, bu sinema bir kendini gerçekleştirme değil, yenilgi sonrası değerlerini kaybetme, gerçeklikle barışık olmadığı ve ona inanmadığı için mücadele/direniş özelliklerini büyük oranda kaybetmiş bir sinemadır. Aynı nedenle sinemacıların birbirleri karşısındaki söylemleri de çoğunlukla olumsuzlayıcıdır, şuna inanıyorum ki ne eleştirmenler ne de yönetmenler birbirlerini sevmiyorlar, kendilerini aynı bütünün parçası olarak görmüyorlar, rekabet çok daha başat durumda, ortak yönleri anlamak, geliştirmek değil, en tuhaf teferruatlarda ayrılık bulma çabası ortak bir tavır/yönelim haline gelmiş durumda.
Ortak bir mücadele hattı olmadığı için, birleşme yerine ayrılıkların altını kalın çizme eğilimi hastalıklı düzeye yükselmiş durumda, o kadar tekilleşmiş bir varoluş alanları tanımlanmaya çalışılıyor ki ortak adalet duygusu ve mesleğin kendi çalışma ilkeleri olarak nitelenebilecek komünal duyum/inanç/ortak dil/kendi kendini denetleyebilme özellikleri bile belirsizleşmiş durumda. Her bir insan yarın öbür gün “batan geminin malları bunlar” diye haraç mezat üretimin dışına düşme korkusu yaşıyor.
Yeni Türkiye Sinemasının en önemli özelliği komünal bir dil ile konuşmamasıdır. Herkesin kendi lehçesinin ötekisiyle alay etmekten, toplu olarak bütüne dair temsil etme yetisi olan söylemleri üretecek gücü bulamıyor. Çünkü kendini gerçekleştirmek eninde sonunda bir direniş ile olur, değer yaratarak ve elbette diğerleri için etkileyici olacak bir ahlaki varoluş alanı tanımlanmadan bunun başarılması da imkânsızdır. Halkımız en çok kendisinden şikâyetçiyse, sinemamız da öyle: narsistik, iyi niyetli ve narsistik. Masumiyet denilen şey ancak direnişin bütün yoğunluğu içinde değer kazanır, yoksa ancak müzesini kurarsınız, dalga geçmekten de başka işe yaramaz o zaman: sinikçe bir davranış. Oysa ne güzel olurdu, “kardeşlik ruhuyla birleştik hepimiz…” diyebilmek.