Bİr zamandır «birlikte yaşayabilir miyiz” diye soruyoruz. Galiba bu soru bir süredir dünyanın çeşitli yerlerinde de sık sık soruluyor. Avrupa’da bu soruyu yüksek sesle soran Fransız düşünür Alain Touraine, aynı başlıklı kitabında yaşadığımız dünyanın küreselleşme dinamiklerinin ve ona verilen yanıtların, birlikte yaşamı ve toplumların geleceğini tehdit ettiğini söylüyor.

Touraine, ulus-devlet merkezli Keynesyen dönemin yaratmış olduğu stabilizasyon ve düzenin yerini sonuçlarını tahmin etmenin kolay olmadığı liberal bir değişim ve dönüşüm sürecinin aldığını söylüyor.

Touraine’in deneyimlerini damıttığı Fransa’da son bir kaç haftada yaşananlar, kaygılarının maddi ve manevi kökenlerine işaret ediyor. Sarı yelekliler, “biz bu topluma ait hissetmiyoruz” hissiyatıyla sokaklara taştılar. Fransız toplumunun çok büyük bir bölümü, birlikte yaşamı mümkün kılan ortak paydaların yok edilmekte olduğunu düşünüyor.

Touraine, Habermas, Bauman, Bourdieu gibi toplumsalın yeniden üretimini dert eden düşünürler, küreselleşme sürecinin birçok yönüyle vitesi geri takma anlamına geldiği kanısındalar. Kuşkusuz küreselleşme, teknoloji ve yenilikle geliyor ama aynı zamanda, o koşulları sağlayan modernite projesini, toplumsallığı ve kurumsallaşmayı tahrip ediyor ve sınıfsal mücadelelerin etkisiyle kazanılan birikimleri hızla eritiyor.

Çeşitli kanallardan olumsuzluklarla gelen küreselleşmeye Avrupa kutbunun verdiği ya da veremediği yanıt önemli. Çünkü Avrupa, kapitalizmin, modernite ve aydınlanma projesinin yanında, ulus devletlerin de doğduğu topraklar. Dahası, diğer coğrafyalarla karşılaştırıldığında Avrupa, çalışan sınıfların tarihsel kazanımlarının da en önemli birikim mekanı olarak öne çıkıyor.

O nedenle söz ettiğimiz düşünürler, neo-liberal küreselleşme çağında, diğer kutuplarla karşılaştırıldığında, Avrupa’nın birikiminin ve aydınlanma projesinin bir biçimde ayakta tutulmasını önemli buluyorlar.

Ancak işlerin savundukları strateji açısından iyi gitmediği de ortada; İngiltere’nin sorunlu biçimde AB’den ayrılma yolunda olması, sağ iktidarların yükselişi, küreselleşme sürecinin yarattığı yıkıcılıklara yerelden verilen yıkıcı yanıtlar olarak görülebilir. Tam da bu noktada şu çok açık ki, AB projesi çalışan sınıfların değil, Avrupa sermayesi ve siyasal seçkinlerinin bir projesi ve tam da bu özelliği nedeniyle, çoğu ülkede çalışan sınıfların desteğini alamıyor. Çalışan sınıflar, yaratılan AB kurumları ve politikalarının onları savunmadığını düşünüyor.

Bu hissiyatın bir sonucu olarak İngiltere’de çalışan sınıfların orta tabakası dışındaki kesimleri birlikten ayrılmaya önemli ölçüde destek verdiler. Aynı kuşkucu tavırla İşçi Partisi lideri Corbyn, Brexit sürecini geri çevirme çağrılarına kulak tıkıyor.

Tam da bu noktaya parmak basmışken, İngiliz siyaseti ile Fransız siyaseti arasındaki temel bir farka işaret edelim; geleneksel olarak Fransız siyaseti sokak siyaseti ve protestolarla iç içe geçmişken, İngilizler için parlamenter siyaset birincil olarak görülür (biraz dalga geçmek için işçi sınıfını temsil eden Çartistlerin, yağmur yağdığı için zamanında Parlamento’ya dilekçelerini taksiyle gönderdikleri söylenir). Bu gözlemi doğrulayan bir örnek, İngiliz çalışan sınıflarının sokağa çıkmak yerine, Corbyn gibi solcu bir lideri yaratıcı yöntemler de kullanarak İşçi Partisi›nin başına getirmeleridir.

Şunu söyleyerek bitireyim o zaman, küreselleşme karşısında çalışan sınıfların sahip çıkabileceği bir «Avrupa Projesi”, sarı yelekliler ile Corbyn’in temsil ettiği türden liderliği bir arada düşünmeyi gerektiriyor.

Bize gelince; son tren kazasına bakınca, bizim için bir arada yaşayabilir miyiz sorusu gayet lüks görünüyor. Biz hayatta kalabilecek miyiz, ona bakıyoruz şu sıralar!