Tahir Musa Ceylan’ın yeni romanı ‘Diri Aşk’ ağıtını, umalım ki dünyayı ve hayatı yöneten sağır sultanlar duysunlar, ağıta katılsınlar ve insani olmayan her şeyi durdurmak için çaba harcasınlar. Bir ütopya mı bu? Belki. Olsun

Bir aşk ütopyası

Yusuf Alper

Tahir Musa Ceylan, 1986'dan beri önemli edebiyat dergilerinde şiirleri yayınlanan; 2005'ten beri de altı roman yayınlayan bir yazar. Diri Aşk onun yedinci romanı. Daha önceki romanlarının bazılarıyla ilgili olarak da yazılar kaleme almıştım. O yazılarımdan birinde onun yerel sözcükleri, deyimleri, dili çok güzel kullandığını yazmıştım ve T. M. Ceylan’ın Kuzey Ege’nin Yaşar Kemal’i olduğunu belirtmiştim. İnsanı hayrete düşüren sözcük dağarcığı, halkın kılcal damarlarından devşirdiği deyimler, ruhsal derinliğin en çarpıcı biçimde ele alınışı (Dostoyevski gibi) romanlarının özelliklerindendi. Bir bakıyorsunuz 12 Eylül’ün karanlık, işkenceli günlerini bizzat yaşamış gibi anlatıyor, bir bakıyorsunuz obsesif, takıntılı bir adamın psikopatolojisini en derinden, doğru biçimde, çok iyi, ekonomik bir dille anlatıyor. Giderek ruhsal olanın yanında felsefi olan da kitaplarına giriyor, okuru hızla kucaklıyor ve kendini hızla okutuyor.

Diri Aşk’da ise bambaşka içeriklerle karşılaşıyoruz. Romanın gereği olarak çok çeşitli karakterler, kişiler önümüzden geçiyorlar. Daha önceki romanlarında halkı şaşırtıcı düzeyde ayrıntılı biçimde, sanki içlerinden biriymiş gibi anlatırken bu romanda Adli Tıp Kurumunu, sanki ömrünü orada geçirmiş gibi ayrıntılarıyla anlatıyor. Tıpla, biyokimyayla ilgili olduğunu biliyoruz ancak bir roman yazarının bu kadar ayrıntıyı bilebilmesi ve çok uygun bir dille, roman olarak bu kadar iyi anlatabilmesi çok önemli. Bunu Ceylan’dan başkası yapamazdı, dedirten ayrıntılar, anlatım özellikleri... Biyokimya, beyin omurilik sıvıları, serotonin, dopamin, adrenalin, testosteron vb onlarca maddeden söz ediyor. Bunlar aşkın belirtilerinin olduğu biyokimyasına ilişkin ayrıntılar olarak yer alıyor. Karakterler arasında garip kişilikler, depresyon geçirenler, aşk takıntısı olanlar, aşk yüzünden katil olanlar, kimyasal yolla insandaki aşka bakış değişiklikleri vb.

Hayatta kalma üzerine ayrıntılar sunuluyor

Adli Tıp Kurumu’nu bir aşk laboratuvarı gibi anlatıyor. İlginç, patolojik yanları olan bazı çalışanları tutkulu aşık ya da kimyasal-doğal besinlerle abartılı aşık haline getiriyor ve onlara çizgi dışı şeyler yaptırıyor. Bu arada İstanbul’un Sur dipleri gibi tehlikeli yerlerini bütün ayrıntılarıyla karakterler üzerinden anlatıyor ve ortamın korkunçluğunu gözler önüne seriyor. Dipteki insanlardan bazıları bu kurumla ilişkili, orada sohbet vb destekle bilgilerinden yararlanmalar oluyor. Hayatta kalma üzerine ayrıntılar sunuluyor. Sokaktaki insanların felsefi konuşmaları. Sertan karakteriyle çok iyi bir otistik tablosu çiziyor. Somut düşünceler, iletişim sorunları vb.

Taşradan büyük kente gelen iki gencin temel karakterler olarak işlendiği, kadın-erkek ilişkilerinin bütün boyutları ve derinlikleriyle irdelendiği romanda çoğu karakter bir biçimde, rastlantıyla, hastalıkla ya da cinayetle ölüyor. Aşıklardan biri öldürülüyor, sonra kızı kuruma giriyor. Bilinmeden annesine aşık olan kişi kızına da aşık oluyor ve roman hızla ilerliyor.

Yoğun bir ironi bombardımanı var

Borderline bir kişilik olarak anlattığı Ayişa gerçekten bir borderline anıtı gibi duruyor. Kendine zarar verme eylemi olarak en küçük parmaklarının uçlarını kesip atan bir genç kadın. Olmayacak bir durum değil ama daha çok beklenen jiletle kendini kesme, çizme, intihar girişimlerinde bulunmadır. İntihar girişimleri, tepkisel cinsel yaşantılar da söz konusu. Asıl borderline’larda görülen 'içteki boşluk' ve onun doldurulmaya çalışılması harika biçimde anlatılmış. Bütün belirtilerin olduğu genç kadın hasta ve onu tedavi eden hekimle ilgili anlatılanlar çok ilginç. Bir bakıma tıpa ya da akademiye yönelik yoğun bir ironi bombardımanı görüyoruz. Abartılı mı? Sanmıyorum. Olası ki bu anlattıklarının birçoğunu gözlemlemiş, belki romanın bazı yerleri otobiyografik ögeler de taşıyor.

Borderline bir genç kadının yaşlandıkça nasıl bir değişim geçirdiği, saldırganlığın giderek şefkate de dönebileceği gibi belki beklenmedik, ütopik görünen ama olmaz da denemeyen şeyler ilginç. Biraz da 'aşkın nelere kadir' olduğunu anlatmaya çalışan bir roman. Aşkın aşkınlığının altını çizmek, bilimsel olanla dalga geçmek de amaçlanmış olabilir. Bilinir ki günümüzde aşklar artık obsesif kompulsif bozukluk (takıntı-zorlantı bozukluğu) eşdeğeri olarak görülüyor. Belki bu tip değerlendirmelerle dalga geçmeye, insanın varoluşsal (ontolojik) bir varlık da olduğunun anımsatılmasına yönelik yazılmış bir roman. Bilim ilerliyor, her şeyi çözebiliyormuş gibi. MR, SPEKT, EEG vb çok sayıda incelemeler var ama bir noktada takılıp kalıyor ve öteye geçemiyor. Bu alanlardan biri aşk, diğeri de yaratıcılık. Ne aşkın ne de yaratıcılığın insanda yaptığı değişmeler çözülebilmiş değil. Belki sonsuza kadar da çözülemeyecek.

Roman, aşkı bir senfoni gibi işlemiş

Ceylan, romanın sonuna doğru ana karakterlerden Kâmil ve onun 2. Kuşaktan (1. annesidir) sevgilisi Ayişa’nın EEG’lerini karşılıklı, aynı anda çektirip, bütün beyin dalgalarının aynı olduğunu gösteren sonuçlar elde ettiğini söyletiyor doktorlara. Bunları Avrupa tıp dergilerinde yayınlatarak, kongrelerde sunum yaptırtarak hızla doçent olunduğunu, hatta yıllardır profesör olamayan hekimin bu nedenle bir başka kıdemli profesör tarafından absürd nedenlerle, hızla profesör yapıldığını söylüyor, ülkemizdeki akademiyi ti’ye alan şeyler yazıyor. Tabii ki abartılı ancak benzer şeylerin yaşandığı da bir gerçek.
Bu noktada roman ütopik bir hal alıyor. Artık gerçeklerden uzaklaşmış, ölüm ve yaşam arasında, ara yerde duran, belki beyin ölümü gerçekleşmiş ama aşkı hâla devam eden bir insan tablosu çizerek romanı bitiriyor.

Aslında bu roman aşkı bir senfoni gibi işlemiş, aşka bir güzelleme diyebiliriz. Ama bu yüzyılda, bu toplumda, bu kaosta, yoksulluk, yoksunluk, cahillik, dalavere, oyun, ikiyüzlülük vb. Nerede öylesi insanlar? Yok. Belki Ceylan, bu yüzyıl ve sonrasında artık olamayacak öylesi insanlar için ağıt yakıyor. Psikanalitik açıdan, Nesne İlişkileri Okulu’nun; M.Klein, A.Segal’in, yaratıcılığa bakışı böyledir. Kaybedilmiş şeylere, nesnelere, durumlara, cennete bir ağıt olduğu. Ceylan’ın bu romanı aşka yakılan bir ağıt gibi de okunabilir.

Uygarlığın bizi insanlıktan çıkardığını dile getiriyor

Tabii bütün bunlar işlenirken satır aralarından sızan derin felsefi bilgiler, varoluşsal çatışmalar vb okuyucuyu insan olma ya da olmama sorunuyla ilgili olarak da düşündürüyor. Bir yanıyla bu yüzyıl ve sonrasının, robot çağı, yapay zekâ gibi konuların bu kadar gündemde olduğu bir dönemde insanlığımızın altını çizmeye, insani olanı korumak gerektiği bilincini vermeye çalışıyor. Uygarlığımızın bizi insanlıktan çıkardığını, bizi insana, bize yabancı hale getirdiğini, bu gidişle dünyanın sonunun da gelebileceğini dile getiriyor. Dünya sanki borderline kişilik bozukluklu bir kişi haline gelmiş, kaosun, yabancılaşmanın, kendine zarar vermenin, intihar etmenin olağan sayılabileceği bir kimlik olmuştur.

“İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” diyebilecek tek bir birey kalmamıştır.

Umalım ki bu ağıtı, dünyayı ve hayatı yöneten sağır sultanlar duysunlar, ağıta katılsınlar ve insani olmayan her şeyi durdurmak için çaba harcasınlar. Bir ütopya mı bu? Belki. Olsun. Ben söyleyeyim de.