Asıl adı Mustafa İzzet Baki  idi. Kimi yazılarında “Remzi Aczi” adını da kullandı. “Tercüman-ı Hakikat” başyazarı ve “Baba” olarak anılan gazeteci Ahmed Agâh Efendi tarafından “Abdülbaki” adıyla çağrılması nedeniyle bu adla tanındı.

Babası Ahmed Agâh Efendi’nin ölümü üzerine Gelenbevi İdadisi’nin son sınıfından ayrılmak zorunda kaldı. Bir süre Vezneciler’de kitapçılık ve Çorum’un Alaca ilçesinde mezun olduğu “Menba’ül-irfan”da ilkokul öğretmenliği yaptı.

1927’de Erkek Muallim Mektebi’ni, 1930’da İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi.

Konya, Kayseri, Balıkesir ve Kastamonu liseleri ile İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde edebiyat dersleri verdi.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde metinler şerhi okuttu.

Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde İslam-Türk tasavvuf tarihi ve edebiyatı okuturken 1945 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesine aykırı davrandığı gerekçesiyle tutuklandı, 10 ay hapis yattıktan sonra aklandı.

1949’da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.

Türkiyat Mecmuası, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası ve Şarkiyat Mecmuası gibi yayın organlarında edebiyat tarihi ve fütüvvetle ilgili çok sayıda makale yayınladı,

Aylık, Türk, İslam,  “The Encylopedia of İslam” ansiklopedilerine doksan beş civarında madde yazdı.

Melâmilik ve Melâmiler ve Kaygusuz-Vizeli Alâeddin’den sonra, 1936’da doktora tezi olarak hazırladığı Yunus Emre, Hayatı, Sanatı, Şiirleri’ni yayınladı. Onu Yunus Emre ile Âşık Paşa ve Yunus’un Batıniliği ve Pir Sultan Abdal (Pertev Naili Boratav ile birlikte) izledi. Mevlânâ’nın Mesnevi’sini (6 cilt) Türkçeye çevirdi. Yunus Emre Divanı’nı (2 cilt) yayına hazırladı.

1945’te yayınladığı ve divan edebiyatını İran edebiyatının kötü bir taklidi olarak nitelediği “Divan Edebiyatı Beyanındadır” incelemesiyle tartışmalara yol açtı.

Ömer Faruk Akün’ün “TDV İslam Ansiklopedisi”nde yazdığına göre “Çabuk parlar, bir görüşten onun tam karşıtı bir görüşe geçebilen mizacına mukabil bütün hayatı boyunca Şiilik ve Mevleviliğe büyük bir sadakatle bağlı kalmıştır. Şii usulünce namaz kılarken secdede başını koyduğu Necef taşını göz yaşı ile ıslatır, Mevlânâ’dan söz ederken gözleri yaşarırdı.”

Namaz kılmasına tanık olmadım, ama Mevlânâ’dan söz ederken gözlerinin yaşardığını çok gördüm. 60’lı yılların ortalarında Prof.Dr.İsmet Sungurbey, Doğan Hızlan ve Konur Ertop ile aynı masada buluştuğumuz çok günler oldu. Nuruosmaniye’de Cağaloğlu hamamının karşı köşesine düşen ve yalnız İskender kebabı yapan mekanda öğle yemeği nedir, akşamın kandili Aksaray’da söndürülürdü.

Nâzım Hikmet hayranıydı. Bu nedenle olacak Nâzım’ın destanını yazdığı “Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin”in manâkıbını İsmet Sungurbey ile Türkçeye kazandırmış, ayrı bir kitap olarak da Bedreddin üzerine bir inceleme kaleme almıştı.

25 Mayıs 1966’da “Aziz Refik Durbaş’a sevgilerle” diye imzaladığı inceleme, hafızamda o günlerin anısı olarak hâlâ yaşamaktadır.

Divan şiiri, İslam tasavvufu, İslam mezhep ve tarikatları, İslami Türk edebiyatı konularında derin araştırmalarıyla tanınmış bir bilim adamıydı.

Adı Abdülbaki Gölpınarlı idi.

12 Ocak 1900’de İstanbul’da doğmuştu. 25 Ağustos 1982’de kendi deyişi ile “fani varlığını ebediyete bağışladı.”

Doğrusu 20. ölüm yılında hatırlanmasını isterdim, özellikle “muhafazakâr sanat”ın gündemde olduğu bir zamanda…

Üstat şiirler de yazmıştı.

İşte yazdığı şiirlerden biri…


“Pirim yeter artık beni ferdalara atma

Benlik yetişir benliği benliklere katma

 
Sun gayri hayâl eylediğim bâde-i vaslı

Firkat şeb-i yelda gibidir artık uzatma

 
Bûs etti lebim hırka-i fahr-i dü cihanı

Öptürme leb-i gayri der-i lütfu kapatma

 
Her yerde düşen başıma ey saye-i rahmet

Rahm et kuluna bendeni bî-gâneye satma

 
Âciz değilim aczim a sultânım efendim

Zerren olayım Şemsine hurşîde aratma

 
Sırrın için ey şâh-ı keremkâr-ı vilâyet

Al nezdine Bakîyi de ferdalara atma