Uzun yıllar çeşitli yayınevlerinde düzeltmenlik, editörlük yapan, yazıları OT dergisinde yayınlanan şair ve yazar Uğur Aktaş ile Cumartesi Kitaplığı’ndan çıkan yeni kitabı Gayrimeşru İstanbul hakkında konuştuk

Bir başka İstanbul

Yunus Emre Ceren

Uğur Aktaş, bilmediğimiz bir İstanbul’da, az duyulmuş ve merak uyandıran gerçek hikâyeler eşliğinde bir gezintiye çağırıyor okurlarını. Biz de bu geziye katıldık ve Uğur Aktaş ile Cumartesi Kitaplığı etiketiyle çıkan ‘Gayrimeşru İstanbul’ adlı kitabıyla ilgili bir söyleşi yaptık.

»Yazı ile kurduğunuz bağ nasıl oluştu?
Aşağı yukarı herkes gibi, yazının bir anlatım yolu olduğunu ilkokul aşkım sayesinde öğrendim. İlkokul dördüncü sınıftaydı sanırım, aşk acısıyla oturup arka arkaya üç dört şiir yazmıştım.

»Şiir kitaplarınızdan sonra İstanbul’un gayrimeşru hikâyelerini anlatma fikri nasıl oluştu?
Bir dönem yoğun şekilde İstanbul’la ilgili kaynak okumam gerekti. İstanbul’da yaşadığım semtlerle ilgili ufak tefek hikâyeler gözüme çarptıkça bunları toplamaya başladım. Eski İstanbul’un gayrimeşru işlerinin bugün de aynı yerlerde devam ettiğini fark edince -mesela fuhşun merkezi eskiden de, günümüzde de Aksaray ve Beyoğlu’dur- bunları bir araya getirmek istedim.

»Gayrimeşru İstanbul kaç yıllık bir çalışma ve nasıl bir birikim/çaba/emek sonucu ortaya çıktı?
Yaklaşık sekiz yıl sürdü. Bu konularda yoğun olarak yazmış Reşat Ekrem Koçu, Osman Cemal Kaygılı, Ahmed Rasim, Refi Cevat Ulunay gibi yazarların kitaplarında geçen hikâyeleri diğer kaynaklardan takip etmeye, bunları bir araya getirip toparlamaya çalıştım. Ayrıca 1960-1970 yıllarındaki gazeteleri tarayarak kitaba konu olabilecek gayrimeşru olayları ayıkladım.

»Önsöz’den, İstanbul’un gayrimeşru sokaklarında bulunduğunuzdan bahsediyorsunuz. Gayrimeşru İstanbul’u okumanın nasıl bir duygu olduğunu biliyoruz. Peki ya Gayrimeşru İstanbul’u yaşamak ve yazmak?
Her ne kadar yakınımda gayrimeşru işlerin döndüğünü gördüysem de bu işlere pek bulaşmadım. Yazmaya gelince, çok eğlendim ve şaşırdım açıkçası. Liseye giderken inip çıktığımız Gedikpaşa Yokuşu’nun başındaki Gedikpaşa Hamamı’nın bir dönem bu tür işlerin merkezlerinden biri olduğunu, okulumuzun bulunduğu Kadırga’nın kabadayılarıyla ün saldığını, denize girdiğimiz mendireğin kaçakçılık için kullanıldığını, dolaştığımız Kumkapı sokaklarında yeniçerilerin meydan kavgaları yaptığını öğrenmek ilginç ve eğlenceliydi benim için.

»Özellikle Osmanlı döneminde geçen hikâyelerde, kitaplarda okuduğumuzdan ziyade günümüzden çok da farklı olmayan bir İstanbul’la karşılaşıyoruz. İstanbul’un gayrimeşru konusunda değişmemiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstanbul kuruluşundan beri dünyanın en kozmopolit ve kaynayan şehirlerinden biri kuşkusuz; gayrimeşru hayatı da bununla uyum içinde elbette. Nasıl ki tarih boyunca Kazlıçeşme dericiliğin, Eyüp çiçekçiliğin, Tahtakale iç giyimin merkeziyse, gayrimeşru hayatın merkezleri de aynı kalmış. Eski dönemde hovardalık ikiye ayrılırmış. ‘Karşı taraf hovardalığı’ Galata ve Beyoğlu’nda; ‘bu taraf hovardalığı’ ise Aksaray, Yenikapı, yani sur içinde yapılırmış. Günümüzde de bu semtler aynı özelliklerini korur.

»Kadın erkek ilişkileri her zaman merak edilen, ilgi çeken bir konu. Kitabınızda da bununla ilgili bir bölüm var. Eski İstanbul’da insanlar karşı cinse olan niyetlerini nasıl belli ederlerdi, bahseder misiniz?
Telefonun, facebook, twitter gibi sosyal medyanın, arkadaşlık sitelerinin olmadığı, profil fotolarının ancak kararlı görücülere verildiği, kadınların erkeklerle yan yana görünmekten çekindiği zamanlarda, İstanbul kadınları ile erkekleri niyetlerini çeşitli kaş göz işaretleri, tespih, şemsiye, mendil gibi eşyalarla belli ederdi. Ancak en garip eşya sandalyeydi. ‘Yollu bir kadın’, geminin seyir mahallinde kuytu köşedeki bir sandalyeye oturup karşısındaki erkeğe bakarak bacak bacak üstüne atarsa, bu “seni eve alırım ve hastalığım yoktur” anlamına gelirdi. Erkek, karşısındaki kadını beğenirse ellerini kenetleyip başparmaklarını çevirerek artık lütfetmesini rica eder ve yanına boş bir sandalye çekerdi. Erkek tespihini parmaklarına dolarsa “seni parmağıma takmak kısmet olsun”; koparır gibi yaparsa “sabrım kalmadı, buluşalım artık”; tespihin püskülünü cebinden çıkarırsa “senden bir şey esirgemem” anlamına gelirdi.

»‘Afyonu patlamak’ deyiminin kaynağına da değinmişsiniz kitabınızda. Nereden gelmiş bu deyim?
Afyonu patlamak deyimi, oruç zamanı hapı yutamayan ancak afyondan da vazgeçemeyen tiryakilerle ilgili. Tiryaki afyonu kalın kabuklu razaki üzümünün içine yerleştirip yutar, üzüm öğlene doğru hazmedildiğinde afyon patlar ve böylece tiryaki oruçluyken de kafasını güzel edebilir.

»Osmanlı dönemine dair akıllarda kalan en rahatsız edici ceza uygulamalarından biri cellatlar tarafından gerçekleştirilen işkencelerdi. “Yok artık” dedirtecek işkenceler nelerdi?
Osmanlı dönemiyle ilgili en rahatsız edici şey, cellatlar ve işkence yöntemleridir denilebilir. Dayak, falaka ve aşağılamanın haricinde Osmanlı dönemi işkenceleri çeşit çeşittir: Saçları kazındıktan sonra suçlunun başına ateşte kızdırılmış demir tas geçirmek. Sırt ve göğüs derilerini yüzmek. Kemikleri, eklem yerlerini çekiçle kırmak. Bedeni burgularla oymak. Cımbızla sinir çekmek. Kaynar suya, hemen ardından soğuk suya sokmak. Tel kese ile keselemek. Tırnak ve diş sökmek. Bunların hepsi o dönem için sıradan işkencelerdir. Osmanlı’da uygulanan en kanlı, acılı ve rahatsız edici infaz yöntemi çengele vurmaktır. Kalın kalaslardan yapılmış kuleye benzeyen bir düzeneğin üstünde kasap çengellerine benzeyen çengeller bulunur. Cellatlar suçluyu çırılçıplak soyduktan sonra makaralı bir düzenekle kaldırıp çengellerin üzerine atar. Suçlu genelde vücudunun herhangi bir yerinden çengele takılır ve günlerce süren acılar içinde ölümü bekler.

»Araştırmalarınızda ya da gördüğünüz örneklerde sizi en çok etkileyen hikâye neydi?
Beni en çok şaşırtan hikâyeler, ayaklı meyhaneler, maymunların idamı, Bıçakçı Petri ve Kaliforniyalı Camgöz Gary oldu. Maymunların gemilerde gözcü olarak kullanıldığını, bu maymunların Azapkapı’daki dükkânlarda satıldığını ve fuhşa alet olması mazeretiyle ağaçlara asılarak idam edildiklerini öğrendiğimde hayli şaşırmıştım. Bıçakçı Petri ve Camgöz Gary’nin yaşadıkları ise değme Hollywood filmlerine nal toplatacak cinsten hikâyeler.

»Kitaba koymaktan vazgeçtiğiniz hikâyeler oldu mu?
Aykırılığına, rahatsız ediciliğine bakmadan karşılaştığım her hikâyeyi kitaba aldım; hatta bu kitabı yazmamdaki amaç bu türden hikâyeleri bulup çıkarmaktı.

»Gayrimeşru İstanbul’un devamı gelecek mi?
1960-1970’li yıllarda gayrimeşru işlere bulaşmış, şimdi ‘emekli’ olmuş ‘abla’ ve ‘abiler’ ile geniş söyleşiler yapıp kitaplaştırmak istiyorum, bakalım.