Ben çocukken İzmir’de Bayramyeri’ne yakın bir mahallede yaşıyorduk. Anneannemle dedemin oturduğu evle aramızda sadece iki sokak vardı. Ama birçok şey gibi, bu uzaklık da bana aşılmaz göründü uzunca bir süre. Biraz palazlanıp da aslında birkaç yüz metreden ibaret bu mesafeyi tek başına kat edebilecek yaşa geldiğimde, annemin dedeme yolladığı gazetelerle anneannemin bizim için pişirdiği börek […]

Bir bayram hikâyesi

Ben çocukken İzmir’de Bayramyeri’ne yakın bir mahallede yaşıyorduk. Anneannemle dedemin oturduğu evle aramızda sadece iki sokak vardı. Ama birçok şey gibi, bu uzaklık da bana aşılmaz göründü uzunca bir süre.

Biraz palazlanıp da aslında birkaç yüz metreden ibaret bu mesafeyi tek başına kat edebilecek yaşa geldiğimde, annemin dedeme yolladığı gazetelerle anneannemin bizim için pişirdiği börek çöreği taşıma işi bana verildi. Böylece iki ev arasında gidip gelen bir posta servisi gibi işlemeye başladım.

Arada sadece iki sokak da olsa, anneannemlerin mahallesi bizimkinden çok farklıydı. Bizim sokak inşaatlarla doluydu. Eski evler yıkılıyor, onların yerine birbiri ardından yükselen apartmanlar dikiliyordu. Bu apartmanlarda, taksitle aldıkları formika mobilyalarıyla mutlu mesut yaşayan genç çiftler oturuyordu. Kimse zengin değildi. Fakat yeni ve modern bir yaşamın hüküm sürmeye başladığı hissediliyordu. Kadınlar o zamanlar pek moda olan mantar topuklu pabuçlardan giyiyor ve evin önündeki yokuşu ağır ağır inerken, noter, avukat, öğretmen falan olan kocalarının kollarına asılıyorlardı. Birkaç kişinin arabası vardı. Yokuşun dikliğinden mi yoksa araba sahibi olmanın havasından mı bilinmez, park etmeleri saatler alıyordu.

Anneannemlerin mahallesi ise, Sadık Yemni romanlarından çıkmış gibiydi. Camekanlı girişleri ve birkaç basamaklı merdivenleriyle eski İzmir evleri sokağın iki yanına dizi dizi sıralanmıştı. Bu evlerde birkaç nesil alt alta üst üste yaşardı. Yaşlıca teyzeler, mevsimine göre ya kapı önünde ya da camekanlı bölmede sebze ayıklar, sabah kahvesi içer ve sohbet ederlerdi. Herkes birbirini tanır, evlerin arka bahçelerinden toplanan eriklerle kirazların bir kısmı her sene büyük bir teraneyle mahallenin çocuklarına dağıtılırdı.

Ben anneannemlerin mahallesine bayılırdım. En sevdiğim arkadaşlarım oradaydı. Ayrıca hava güzelse anneannem geceleri bile sokağa çıkmama göz yumardı. Onun için posta servisi işimden şikayetçi değildim. Yaz-kış kolumun altında gazetelerle ya da elimde bir börek paketiyle iki ev arasında gidip geliyor, yalnız anneannem ve dedemle değil, büyük dayılar teyzeler ve onların çocuklarıyla da uzun uzun vakit geçiriyordum.

Her şey yolundaydı yani. Tek bir mesele hariç. Anneannemlerin sokağının başında, küçük pencereleri ve dökük sıvasıyla iyice kasvetli bir ev vardı. Bu evde insan arasına pek karışmayan uzun boylu bir kadın otururdu. Yüzünün bir tarafında kötü bir yanık izi olduğu için herkesin Yanık Halime dediği bu kadınla ilgili bir sürü şey söylenirdi. Bir zamanlar evliymiş, hatta çocukları varmış. Kimileri kocasının yangın çıkardığını iddia ederdi. Kimileri de Halime’nin çocukları içindeyken kendi evini ateşe verdiğini. Bazı oğlanlar birbirini tutmayan bu hikayeleri bire bin katarak anlatır, daha küçük olanları korkuturlardı. Bazıları da cesaret gösterisi olarak Halime’nin evine kadar koşar, duvarına ellerini sürer ve geri dönerlerdi. Bir kış pencerelerinden birini taşa tutacak kadar ileri gittiklerinde, büyük dayım oğluyla beraber uğrayıp kadının bütün camını çerçevesini değiştirmişti. “Terbiyesizler,” demişti eve döndüğünde. Anneannem de “Halime gariptir. Ahını alanlar iflah olmaz!” diye cevap vermişti.

Bunları duyuyordum duymasına ama fayda etmiyordu. Deli gibi korkuyordum Halime’den. Üstelik kadını doğru dürüst görmüşlüğüm bile yoktu. Yine de sokağın köşesi uzaktan göründüğünde kalbim çarpmaya başlıyor, evinin önünden geçerken, ya kapıdan başını uzatır da beni içeriye çekiverirse diye ayaklarım sırtımı döve döve koşarak uzaklaşıyordum. Anneannemin evine her zaman nefes nefese varıyordum. Koltuğuna oturmuş gazetesini karıştıran dedemin yanına zıplayıp onun gibi bacaklarımı tabureye uzatıyordum. “Yine niye koştun, bacaklı kızım?” diyordu anneannem.

Bayramlarda anneannemin mahallesi iyice eğlenceli olurdu. Bütün kapılar açılır, harçlıklar ve şekerler verilir, sokak izni daha da uzatılırdı. O sene bayramlaşma faslı bitince, anneannem artık büyüdüğümü ve komşulara tatlı götürme işini üstlenebileceğimi söyledi. Postacılıktan gelen tecrübeyle bu yeni görevi de halledeceğime inancım tamdı. Başka çocuklar fırın tepsisi bile taşıyordu. Ben iki tabak tatlıyı mı taşıyamayacaktım? Böylece birkaç eve gidip geldim. Komşular anneannemin yoğurt tatlısını, anneannem de benim hızlı servisimi övdü. Sonunda elime bir tabak daha tutuşturdu ve “Bu da Halime Teyze’nin,” dedi. “Evini biliyorsun, değil mi?”

Şaka mı ediyorsun der gibi baktım ona. Ama anneannem bayram yemeği hazırlıklarıyla meşguldü. Ona baktığımı görmedi bile. Beni mutfaktan kışkışlayıp çıkardı. “Bayramınız mübarek olsun de, sonra oyalanmadan gel,” dedi kapıyı kapatırken. Elimde bir tabak tatlıyla çaresiz yola koyuldum. Köşeye yaklaştıkça bacaklarım titremeye başladı. Son bir gayretle kapının önüne kadar vardım. Tam çalacakken pencerede bir hareket hissettim. Dantelli perde hafifçe kıpırdadı. İçimden buz gibi bir şey akıp gitti. Tatlıyı, bayramı, anneannemin tembihini unuttum. Eve doğru koşmaya başladım.

Anneannem beni kapının önünde elimde yarısı dökülmüş tatlıyla bulunca şaşırdı ama bozuntuya vermedi. Hiç konuşmadan yeni bir tabak doldurdu. Önlüğünü çıkarıp kenara koydu. “Gel benimle,” dedi sonra. Bana uzattığı eline yapışıp onunla birlikte yürüdüm. İkimiz Halime’nin kapısının önünde beraber dikildik. Sıcak bir gündü. Bayramlık eteğim çıplak bacaklarımı kaşındırıyordu. “Kıpırdanıp durma,” dedi anneannem.

Halime kapıyı gecikerek açtı. Baş örtüsüyle yüzünün yanık tarafını kapatmış, yalnız bir tek gözünü meydanda bırakacak şekilde örtünmüştü. Sandığımdan daha kısa boyluydu. Anneannem tatlıyı verdi, bayramlaştılar. Ardından Halime telaşla içeriye koştu, elinde bir mendille geri döndü.

“Çocuk korkmasın,” dedi mendili bana uzatırken. Sesi yumuşacıktı.

Bunun üzerine başımı kaldırıp yüzüne baktım. Tek gözüyle beni izliyordu. İri, güzel, kahverengi bir gözdü bu. Çevresi hafifçe kızarmıştı.

“Ne zahmet ettin, Halime!” dedi anneannem.

“Zahmeti mi olur?” dedi Halime burnunu çekerek, “Allah bağışlasın!”

“Teşekkür et,” dedi anneannem. Teşekkür ettim.

“Her zaman gelirsin,” dedi Halime başımı okşarken. Güzel gözü bana gülümsedi. Ben de göze gülümsedim.

Bayram yemeğinden sonra mendili açıp baktım. İçinden 2,5 lira çıktı. Bakkala gidip hepsiyle çatapat aldım.