Ataol Behramoğlu, uzun yıllar sonra kaleme aldığı son oyununda Ali Suavi gibi önemli bir aydını yeniden hatırlatıp tartışmaya açarken günümüz yarı aydınlarına göndermelerde bulunuyor. “Aydın” ve “gazeteci” kelimelerinin iktidar nedeniyle hayli örselendiği günümüzde, gözükara bir gazeteci-yazarın hayata bakışını gösteriyor.

Bir belgesel tiyatro: Ali Suavi

Eren Aysan

Takvimsel başlangıcına 20. yy dersek, “belgesel sinema” kullanımıyla neredeyse yaşıt olan “belgesel tiyatro” için, yaşanmış belli bir olayın, yine ilgili olaya dair belgelerden yola çıkarak oyunlaştırılmasını ya da belgelerle desteklenerek sunulmasını içeren bir “teatral gösteri” diyebiliriz. Arka planının, slayt, film, fotoğraf, ses bandı, gazete ya da dergi haberi, el ilanı gibi verilerle desteklenmesi ise eserin belgesel niteliğini geliştirici unsurlardır...

“Belgesel tiyatro” türünün ortaya çıkışı, Alman yönetmen Erwin Piscator’un 1920’li yıllardaki çalışmalarıyla bağlantılı. Piscator, ünlü kitabı ‘Politik Tiyatro’da, ilk belgesel oyunu olan ‘Trotz Alledem’in (Her Şeye Rağmen) sahneye koyuluş serüvenini ayrıntılı bir biçimde anlatırken, şunları da söyler: “Daha sonraları bu düşünceyi Ruslardan aldığım sık sık öne sürüldü. Gerçekte ise o dönemlerde Sovyet sahnelerinde ne olduğu konusunda hiçbir bilgim yoktu. (…) Gösteriler ve benzeri olaylar ile ilgili bize çok az şey ulaşıyordu. Ancak çok sonraları bile Rusların filmi benim düşüncelerimle aynı işleve sahip biçimde yorumladığına şahit olmadım.”*

Bu çıkarımıyla Piscator, Rusların o dönemde kullanmaya başladığı filmle sahne ilişkisine mesafeli durduğunu aktarmaya çalışıyordu. Filmi kullanırken en önemli derdi estetik olandan ziyade tiyatro sanatını “siyasal” olanla birleştirme çabasıydı. Gerçekten de belgesel tiyatro, konusunu önemli siyasal ya da politik olaylara dayandırarak, araştırma ve soruşturma sürecini bir yöntem gibi kullanarak kendi evrenini oluşturur. Yaşananların ardında yatan gerçekleri ortaya koymaya, kamuoyu vicdanını adaleti de içine alacak biçimde bir foruma dönüştürmeyi amaçlar.

Peter Weiss da belgesel tiyatronun “ezilmişlerin ve mahkûm edilmişler”in yanında saf tuttuğunu belirterek, bu noktada yansız ve tarafsız bir yaklaşımın olamayacağının altını çizer. Gerçekten de yazar, tarafsız bir biçimde olayları ele almaz. Kendi sesini, soluğunu eser boyunca mutlaka hissettirir.

Ülkemizde 60 yılların ortalarından itibaren dönemin politik rüzgarının da etkisiyle bu türe ilişkin gösterimler gerçekleştirilmeye başlandı. Heinar Kipphardt’ın ‘Oppenheimer Olayı’, Alain Decaux’un ‘Rosenbergler Ölmemeli’, Enzensberger’in ‘Havana Duruşması’, Peter Weiss’in ‘Soruşturma’sı gibi eserler seyirciyle buluştu, bunu tiyatro yazınımızdaki belgesel tiyatro örnekleri izledi. Güngör Dilmen’in ‘İttihat ve Terakki’sinden başlayarak Ergin Orbey’in ‘Birinci Kurtuluştan’, Haşmet Zeybek’in ‘Alpagut Olayı’, Yavuzer Çetinkaya’nın ‘Gün Dönerken’, Faruk Erem’in ‘Bir Ceza Avukatının Anıları’, Özdemir Nutku’nun ‘Nutuk’, Haluk Işık’ın ‘Külrengi Sabahlar’, Metin Balay’ın ‘Deniz Diye Diye’, Ülker Köksal’ın ‘Karanlıkta İlk Işık: Kubilay’, Ataol Behramoğlu’nun ‘Lozan’ı belgesel tiyatro türüne ait, ilk akla gelen oyunlar…

Özellikle 1990’lı yıllardan başlayarak “siyasal amaçlı” tiyatroya küçümsenerek bakılması, türün kendi içinde zenginleşmesini kısmen önledi. Özellikle Genco Erkal’ın ‘Sivas 93’ adlı oyununa kadar belgesel tiyatro kapsamında geniş kitlelerle buluşan bir sahne olayına tanıklık etmedik. Bunda, Erkal’ın bir tiyatro oyununun ne zaman ve nerede sahnelenmesi gerektiğini iyi bilen, öngörülü, tecrübeli bir sanat adamı olmasının etkisi büyük. Ancak politik tiyatroların 1980’den itibaren büyük darbeler yediği de bir gerçek. Sansür mekanizmasının etkisi, oyunların zaman zaman seyirciyle buluşmasının engellenmesi, kimi akademik çevrelerin bu türe “modası geçmiş” bir söylemle yaklaşması, sendika ve örgütlerin eskisi kadar sanata ilgi göstermemesi, politik tiyatro anlayışı üzerinde buldozer etkisi yarattı. Dahası, Özal liberalizminin gölgesinde oluşan çıkar dünyasının parayı en büyük değer ilan etmesi, tüketim çılgınlığının toplumu sarması, paradan para kazanmanın engellenemez çekiciliğinin savunulmasıyla kuşaklararası değerler değişime uğradı.

Hakkı yenen bir aydın

Ataol Behramoğlu, uzun yıllar sonra kaleme aldığı tiyatro oyunu ‘Ali Suavi’yi Lozan’dan sonra, (Müzikli oyun olan ‘İyi Bir Yurttaş Aranıyor’u yapısı gereği dışarıda tutuyorum) belgesel tiyatro kapsamında oluşturmuş. İlk bakışta Behramoğlu’nun oyunu, basın tarihimizce - niyeyse - ötelenen, hakkı çokça yenen, laik yapıyı önceleyen bir düşünce anlayışını savunan, nice bedeller ödeyen bir kimliğe hakkını teslim etmek amacıyla yazdığını görüyoruz. Yaşadığımız dönemin aydınları daraltan, sıkıştıran hatta deyim yerindeyse nefes aldırmayan yanına sürekli bedel ödemek zorunda kalan bir aydın üzerinden vurgu yapması ise sayfalar ilerledikçe iyice belirginleşiyor.

Ataol Behramoğlu, oyun boyunca kendi özel bakışını koruyarak, yeri gelince “anlatıcı - bir üst ses” olarak karşımıza çıkıyor. Ali Suavi’nin dini bütün eğitimden gelen, medreseden yetişmiş aydın dokusunu yaşam öyküsüyle aktarırken, belgesel tiyatro türüne dair yaklaşımını da hemen belli ediyor. Böylece medresenin skolastik zihniyetine hücum etmiş bir aydının hali pür melalini görüyoruz. Hilmi Ziya Ülken’den el alarak söylersek, “Fakîh olduğu halde fıkha isyan ederek ilk defa laikliği savunan” bir düşünce adamının fotoğrafını çekiyor. İlkin, bu izleği oluşturmak adına, sırayla onun fikir evrelerini anlatıyor bize. Başlangıçtaki epizotlarda Ali Suavi’yi Bursa rüştiyesinde, ardından Simav ve Filibe rüştiyesinde öğretmen olarak görüyor; görev sırasında Arapça, Farsça bilgisini katmerlemesine tanıklık ediyoruz. Fikirlerindeki değişimler, İslam’a inandığını beyan eden adamların tutarsızlıklarına büyük itirazlarda bulunmasıyla açığa çıkıyor. Ali Suavi taşradaki buhranlı ve mücadeleli hayatından İstanbul’a döndüğü zaman, siyasete karışmak istiyor. Âli Paşa’la ilişki kurup gazeteciliğe adım atıyor, gazetesi kapatıldıktan sonra, bir ara Kastamonu’da bulunuyor. Yeni Osmanlılarla birlikte Mustafa Fazıl himayesinde Avrupa’ya gidiyor. Londra’da ‘Muhbir’i yeniden çıkarmaya başlıyor. Mustafa Fazıl’ın himayesi devam ettiği sürece Yeni Osmanlılarla arası iyi... Fakat daha ilk toplantılarda Suavi, Muhbir’i çıkarmaya devam edeceğini söylese bile, Namık Kemal ve ekibi ‘Hürriyet’ adında başka bir gazete çıkarmak istiyor. Önce Muhbir’in çıkması yönünde uzlaşı sağlansa da, sonradan Hürriyet çıkıyor. Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Suavi’yle arası açılmaya başlıyor. Mustafa Fazıl, Âli Paşa ile anlaşarak kabineye girdiği ve Yeni Osmanlıların onları himayeden vazgeçeceği haberi yayıldığı zaman ise çatışma büyüyor. Bu sefer, Fazıl Paşa’dan maddi yardım görenler arasında bulunan Ali Suavi ile Namık Kemal arasında bu yardımı kabul edip etmemek yüzünden çatışma çıkıyor. Suavi, daha sonra Londra’da, bir İngiliz kadınla evlendikten sonra yeniden Paris’e geliyor ve yazılarını gazeteye oradan gönderiyor. Yazılarında pek çok başlık var: Tarih, coğrafya, siyaset, iktisat, hukuk, ilahiyat, istatistik, ticaret, endüstri, ziraat, arkeoloji… Buradan itibaren Ali Suavi’nin, doğu ilimlerine ait konuları mümkün olduğu kadar batı kültürü ve metotları bakımından incelediği özel bir dönemini görüyoruz. Hürriyet’i çıkaranlar ise onu, “Mevcut olmayan bir takım bilginler icat etmek, hiç yazılmamış eserleri kaynak olarak göstermek, hatta bu hayali eserlerin filan sahifesini kanıt diye göstererek buradan bir takım sonuçlar çıkarmakla” suçluyor. Belki Ali Suavi bu ilimlerden herhangi birinin uzmanı değildi; fakat ilgi alanının zenginliği görüşlerinin yayılmasına neden oluyor. Bu yüzden fikirlerini kuvvetle savunuyor. Dolayısıyla çok renkli kişiği belgesel oyunun içinde hayat örgüsü üzerinden dramatik yapıyı besliyor.

bir-belgesel-tiyatro-ali-suavi-740820-1.
İlk bakışta Behramoğlu’nun oyunu, basın tarihimizce - niyeyse - ötelenen, hakkı çokça yenen, laik yapıyı önceleyen bir düşünce anlayışını savunan, nice bedeller ödeyen bir kimliğe hakkını teslim etmek amacıyla yazdığını görüyoruz. Yaşadığımız dönemin aydınları daraltan, sıkıştıran hatta deyim yerindeyse nefes aldırmayan yanına sürekli bedel ödemek zorunda kalan bir aydın üzerinden vurgu yapması ise sayfalar ilerledikçe iyice belirginleşiyor.

Kemal şeriatçı, Suavi laikti

Behramoğlu onun laiklik üzerine tartışmalarını oyunda olabildiğince ayrıntılandırmaya çalışıyor; biz ona dair önermeyi, sırtımızı yine Hilmi Ziya Ülken’e yaslayarak alabiliriz: “Namık Kemal ve Ziya Paşa, Yeni Osmanlı devletinde şeriata dayanılmasını istiyorlar ve fıkhı savunuyorlardı. Ali Suavi ise dünyanın dini kanunlarla idare edilmesine karşı çıkıyor ve laikliği savunuyordu. Devletin bir takım kelime oyunlarıyla yani nüktecilik ve edebiyatçılıkla idare edilemeyeceğini, ilm-i siyasetin esası şeriat ve edebiyat değil, coğrafya, iktisat ve ahlak olduğunu söylüyordu. Din ve devlet işlerinin ayrılmasını istiyor ve ilk defa açık bir ifade ile laiklik fikrini ortaya koyuyordu. O devirde hiçbir Osmanlı aydınının bunu düşünmediğini hesaba katmalıyız!” **

Ali Suavi, Abdülhamit döneminde yurda dönüp bir süre Galatasaray Lisesi müdürlüğü yapar. Bu görevden alındıktan sonra işsiz olduğu sırada örgütlediği birkaç yüz kişi ile Çırağan Sarayı’nı basarak V. Murat’ı tahta geçirmek ister; bu girişimi sırasında Yedi Sekiz Hasan Paşa tarafından başına aldığı sopa darbesiyle ölür. Çıktığı bu yolun hazin sonu bellidir. Behramoğlu da Ali Suavi’nin durumunu "Yazarla Konuşma" epizotunda gösterir: “Başarısız olursam, orada can verirsem, mezarıma getirmesi için… Tabii bir mezarı olursa” konuşma örgüsü, onun henüz 40 yaşında öldürüleceğine dair en büyük önseme ögesidir. Böylece Suavi’nin çokça tartışılan ölümüne dair insani bir bakışla değerlendirmede bulunur.

Ataol Behramoğlu, belgesel oyunun en önemli özelliği olan “açık biçim” unsurunu epizotlarla besleyerek ele alırken, Ali Suavi’yle ilgili yazılmış bütün belgeleri yan yana getirerek o dönemin düşünce insanlarına dair bir sunum yapıyor. Bunu da yazılan tüm belge ve bilgilere dayanarak kotarıyor. Bu sayede belgeler, başta Ali Suavi olmak üzere pek çok aydının farklı bakışlarıyla, düşünceleriyle, tavırlarıyla hayat buluyor.

Fikirlerinden geri adım atmadı

Ataol Behramoğlu, Ali Suavi’nin kişiliğinin derinliğine inerek, ateşli ve mücadeleci mizacı ile hiçbir yerde uzun süre duramayan halini gözler önüne seriyor. Osmanlı’dan başlayarak gerçek aydınlarımıza uzanan en önemli tavrı, çok somut bir biçimde görüyoruz. Ali Suavi’nin en önemli özelliği fikirlerini açıkça söylemesi ve bunun sonuçlarına katlanması… Ödenecek her bedeli göze alması. Bu noktada ilme açık bir aydının çocuksuluğuyla, heyecanıyla, yerinde duramayan yanıyla biçimlenen kişilik özelliği bize bambaşka alanlar açıyor. Fikirlerinden geri adım atmaması ve bulunduğu alandan asla ayrılmaması ise inatçı yanını perçinliyor. Aslında Ataol Behramoğlu Ali Suavi’yi, yazdığı metinde ete kemiğe dönüştürerek “aydın sorumluluğunun” ne olduğuna dair bir vurgu yapıyor. Bu kadar gazeteci dostumuz cezaevindeyken, hayatlarını aydınlanmaya adayan aydın tavrına dair önemli bir ilki başarıyor.

Falih Rıfkı Atay ‘Baş Veren İnkılapçı’ kitabında Ali Suavi’yi anlatırken onun yaşadığı döneme ilişkin şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bizim teceddüt (yenilik) hareketimiz aristokratik bir karakter gösterir. İnkılâpçılar sürülseler, hatta boğulsalar da paşadırlar, vezirdirler, çoğu ya mutasarrıf, ya vali, ya büyükelçi olarak ‘menkûp’dur (gözden ve görevinden uzaklaştırılmış). Halk adamının bu teşrifatta yeri yoktur. Halbuki garp ihtilalleri tarihlerinde gördüğümüz örneklere bizde belki de tek uyan fikir adamı Ali Suavi idi. Rütbesiz, sarmasız ve aç ölmüştür. Sokağa fırlamıştır, halkı ayaklandırmıştır, ihtilal kanları içinde boğulmuştur.” ***

Gerçekten de tarih sayfalarından bize bakan bambaşka bir yüz Ali Suavi. Önemli olan onu bir oyunda da olsa ete kemiğe büründürmeyi başarabilmek…

Partick Pavis, ‘Sahneleme’ adını verdiği kitabında, tiyatroda en temel unsurun sahne, tiyatro sözcüğünün de salt gösterim anında kullanılabilecek bir yorumdan ibaret olduğuna değinir. Son derece modern bir söylem de olsa, gerçek olan gösterimle seyircinin o büyülü buluşma anıdır. Ataol Behramoğlu, Ali Suavi oyununda sahneye koyucuya bu pası, belgesel tiyatronun neredeyse bütün unsurlarını kullanarak layığıyla veriyor.

Ayrıca Ali Suavi gibi önemli bir aydını yeniden hatırlatıp, tartışmaya açarken günümüz yarı aydınlarına göndermelerde bulunuyor. “Parayı verenin düdüğü çaldığı bir düzen”e karşı cebinde hiçbir şey olmadan yalnızca inancıyla set çekenlere karşı bir yaşamın dramatik akışını getiriyor. “Aydın” ve “gazeteci” kelimelerinin iktidar nedeniyle hayli örselendiği günümüzde gözükara bir gazeteci - yazarın hayata bakışını gösteriyor. Bizlere yeniden Ali Suavi’yi hatırlattığı için Ataol Behramoğlu’na minnet borçluyuz.

*Erwin Piscator, Politik Tiyatro, Çev: Mustafa Ünlü – Suavi Güney, Metis Yayınları, 1985

**Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, 1971

***Falih Rıfkı Atay, Baş Veren İnkılapçı, Cumhuriyet Yayınları, 1997