Max ışıl ışıl parlayan nikel başlığı görünce ürktü. Aygıt dişçi koltuğuyla elektrikli sandalyenin bir karışımı gibiydi: Kablolar ve kemerler, manivela ve sürgüler, tüm bunların tepesinde şövalye miğferi gibi asılı duran kocaman nikel başlık… Oda sadece tavandaki pencereden gelen ışıkla aydınlanıyor, dışarıdan hiç ses almıyordu. Duvarlarda çeşitli alet kutuları ve tuhaf renkli sıvılarla dolu şişelerin bulunduğu raflar göze çarpıyordu.”

Siyahi yazar George S. Schuyler’in 1931’de yayımlanan Black No More (Artık Siyah Yok) adlı romanının kahramanı Max’in bulunduğu bu mekan Dr. Frankenstein’ın laboratuvarına çok benziyor. Mary Shelley’nin 1818 tarihli romanındaki laboratuarda ceset parçaları bir araya getirilip elektrik yardımıyla canlandırılıyordu, buradaysa siyah insanlar elektrik sayesinde beyazlaştırılıyor.

Harlem Rönesansı adı verilen müthiş kültür hareketi sayesinde siyahi yazarların seslerini kolayca duyurabildiği 1920lerde yazılmış Black No More Frankenstein’dan daha acımasız bir roman. Mary Shelley insanın elektrik gücü ve bilim sayesinde tanrıcılık oynamasının dehşetli sonuçlarını anlatıyordu. Hiç çekinmeden ‘siyah=ölü / beyaz=diri’ anıştırmasını kullanan Schuyler ise ‘siyahi kimlikler’in varoluşsal konumunu tartışırken kaçınılmaz olarak çok sert bir dil kullanıyor. Kendisi de siyahi olan bir bilim insanının beyazlatma cihazı yapma ihtiyacı duyması ile güzel beyaz kızın “Bir zenciyle asla dans etmem!” diyerek reddettiği Max’in beyazlamak için sarf ettiği çaba arasında salınan ürkütücü insanlık durumu ancak böyle anlatılabilir çünkü. Çünkü beyazlatma cihazının yaptığı şey hakikati gizlemek, giderek tamamen ortadan kaldırmaktır.

“Bu kitap atalarının izini on kuşak geriye kadar sürebilen ve soy ağaçlarında tek bir siyah dalın ya da yaprağın olmadığını tam bir kesinlikle gösterebilen beyazlara adanmıştır.” ithafıyla başlayan bu satirik roman aslında siyahlardan çok beyazlara hitaben yazılmış gibi görünüyor; “Eee, şimdi kimi linç edeceğiz?” diye değil de “Neden lince ihtiyaç duyuyoruz?” diye soracak beyazlara hitaben…

‘Barış’ kavramının akıl almaz biçimde ‘terör’le örtüştürüldüğü, ‘Savaşa karşı barış!’ diyenlerin kolayca linç edilebildiği bir dünyada yaşarken, beyazlamak için kuyruğa giren siyahların dünyasını anlatan bir kitapla özdeşleşmek ne yazık ki çok kolay. Bu “Neden lince ihtiyaç duyuyoruz?” sorusuyla “Neden savaşa ihtiyaç duyuyoruz?” sorusunun kardeş olduğu bir dünya…

Şimdi, herkesi savaş sevdalısı yapmaya yönelik pırıl pırıl ışıldayan ideolojik aygıtların önünde sıraya mı gireceğiz yoksa kendimize sorular mı soracağız?

‘Sıraya girmek’le ‘soru sormak’ arasındaki fark sadece hayatla ölüm arasındaki kadar küçük… Bu küçük farkın önemini bir başka siyahi yazar, James Baldwin şöyle dile getiriyor: “Beyaz insanların yapması gereken kendi yüreklerine bakıp niçin ‘zenci’ye ihtiyaç duyduklarını anlamak olmalı, çünkü ben ‘zenci’ değilim. Ben bir insanım, ama siz benim ‘zenci’ olduğumu düşünüyorsunuz, demek ki buna ihtiyacınız var. Eğer ben zenci değilsem ve ‘zenciliği’ siz -siz, beyaz insanlar- icat etmişseniz bunun nedenini sizin bulmanız gerekir. Bu ülkenin geleceği buna, bu sorunun sorulup sorulamayacağına bağlı…”