Gelelim “kolektif kimlikler”e; tabii bir de “dış varlığımız” var; “biz” dediğimiz kimlikler.. Ulusal kimlikler; sınıfsal kimlikler; zümre ve aşiret kimlikleri... Burada da aynı ikilem yürürlükte; bu yüzden burada da “bir biz vardır, bizde bizden dışarı!” diyebiliriz

Bir biz vardır, bizde bizden dışarı.. Ya da gerçeklerden kaçış..

Taner Timur

“Bir ben vardır, bende benden içeri” diyordu Yunus Emre, ünlü şiirinde. Yüzyıllar sonra Freud da –dostu G. Groddeck’e yolladığı bir mektupta- aynı şeyi, kendi dilinde tekrarladı: “Zekâ sahibi herkesin içinde, onu aşınca mistik olmaya başladığı bir sınır vardır; orada en kişisel varlığı başlar!”. Tasavvuf, psikanaliz, hatta basit bir iç-gözlem, gerçekten de zaman zaman kendi yöntemimizle bu “sınır”ı aştığımızı hissediyoruz. Ve böyle anlarda kimi sosyal psikologların “gerçeklerden kaçış” adını verdikleri dürtüyle gizemli bir alanda gezintiler yapıyoruz!

•••

Tarikat erbabının “Hak yolu”nu, Freud’un ise düşlerimizin ve takıntılarımızın kökenini aradığı bu gizemli alan, aslında benliğimizin sadece bir parçası. Oysa bir de nesnel benliğimiz var; günlük yaşamımızı düzenleyen, her yaptığımıza damgasını vuran reel kimliğimiz! Bunun da kodlarını fiziki özelliklerimiz, ait olduğumuz toplumsal sınıf, ailemiz, mesleğimiz, dost ve arkadaş çevremiz oluşturuyor. Ne var ki burada işler daha da zorlaşıyor ve yanılma olasılıkları artıyor. Galiba bu durumda Yunus’un şiirine bir dize de bizim eklememiz gerekiyor: “Bir ben vardır bende, benden dışarı!”.

•••

Peki, ne olabilir bu dışımızdaki benliğimiz? “Öteki”lerin aynasında boy gösteren, günlük dilde “imaj” dediğimiz ve bazen ikiz, bazen de zıt kardeşimiz olabilecek reel varlığımız değil mi? Gerçekten de biz istediğimiz kadar kendi portremizi süslü giysilerle, yaldızlı cümlelerle sunalım; nesnel kimliğimiz aslında daha çok dışımızdaki aynada şekilleniyor; hani atalarımızın dediği gibi “ayinesi iştir kişinin; lafa bakılmaz!” sözüne uygun şekilde! Bu yüzden de günlük hayatta “dış varlığımız” hakkında sık sık yanılıyoruz ve bu taciz edici “imaj”la savaşıp duruyoruz!

•••

Tabii, yanılgı bazen de ters yönde oluyor. Zaman zaman insanlar sahte bir tevazuyla ya da küçüklük duygusuyla, kendilerini “dış gerçek”lerinden farklı ve daha olumsuz hatlarla sunuyorlar. Nietzsche, bir aforizmasında bu gibileri “tevazu göstermeyin; inanırlar!” diye uyarmıştı. Galiba insan iç huzurunu toplumsal aynadaki gerçeğini, oto-portresi (“selfie”si) ile özdeş kılabilme, ikiz kardeşi haline getirebilme yeteneği ile sağlıyor. Sokrat’ın “kendini bizzat kendin tanı” dediği, bizde de eskilerin “kâmil olmak” diye tanımladıkları durum bu olsa gerek!

•••

Gelelim “kolektif kimlikler”e; tabii bir de “dış varlığımız” var; “biz” dediğimiz kimlikler.. Ulusal kimlikler; sınıfsal kimlikler; zümre ve aşiret kimlikleri... Burada da aynı ikilem yürürlükte; bu yüzden burada da “bir biz vardır, bizde bizden dışarı!” diyebiliriz. Üstelik bu planda yanılma olasılıkları daha da fazla! Louis Bonaparte’ın karanlık macerasını anlattığı eserinde, “nasıl özel hayatta, diyordu Marx, insanın kendi hakkındaki düşüncesiyle reel hayatta ne olduğu birbirinden ayrılıyorsa, tarihi kavgalarda da partilerin iddia ve süslü cümleleri ile gerçek çıkarları ve yapıları; kendilerini ne sandıkları ile gerçekte ne oldukları birbirinden daha da fazla ayrılır!”. Tam da günümüz dünyasına, özellikle de günümüz Türkiye’sine ışık tutacak sözler..

•••

Aslında bütün yakın tarihimiz boyunca -bazı kısa dönemler ve dar çevreler dışında- kendi kendiyle gerçekçi bir şekilde hesaplaşamamış bir milletiz! Bunun yerine bizim dışımızda, kendimize yabancı saydığımız bir “kolektif kimlik”le savaştık durduk! Hâlâ da –üstelik bu son dönemde artan bir şiddetle- savaşıyoruz! Bazen onu yok sayıyor, bazen de onun düşmanlarımız (Haçlı kafalılar; ırkçılar; Oryantalistler; bizi çekemeyenler vb..) tarafından uydurulmuş sahte bir kimlik olduğunu ileri sürüyoruz!.. Oysa unutmayalım ki bizim “sahte” saydığımız, görmek istemediğimiz bu “kimlik”, başkaları tarafından “gerçek” sayılıyor ve bu küresel köyde ister istemez bu “başkaları” ile birlikte yaşamak zorundayız.

•••

Osmanlı reform çabalarında batılı devletlerle Tanzimatçılar arasında, yapılacak “reform”ların niteliği hakkında birbirinden çok farklı iki görüş vardı. Büyük Devletler (Düvel-i Muazzama) bu ıslahatta, kendi kiliselerine (Ortodoks, Katolik, Protestan) bağlı “millet”leri öncü kılmaya çalışırken, Osmanlılar Saray, Babıâli ve sırtını bir büyük devletin elçiliğine dayamış “hizip”ler öncülüğünde bir “Islahat”tan yana idiler. Toplum, Batı’daki gelişmelerden habersiz olduğundan bu ikilik kolayca halktan gizleniyor ve zihinlerde “haşmet dönemi”nin hayali yaşa(tıl)maya devam ediyordu. O kadar ki Abdülaziz, ilk kez Avrupa’yı ziyaret edecek bir sultan sıfatıyla, 1867’de yola çıkarken, halkın bu konudaki hoşnutsuzluğunu gidermek üzere, Meşihat Makamı’ndan “Fransa Osmanlı Devleti tarafından fethedildiği için Sultan’ın seyahatine hiçbir engel yoktur” diye bir fetva bile çıkartılmıştı. Fransız gazeteleri Sultan Fransa’ya geçerken de benzer bir fetvanın çıkarıldığını yazdılar. (Le Siècle, 30 Haziran, 1867). Aynı tarihlerde Ahmet Cevdet Paşa da, Tezâkir’inde (1-12), ıslahat belgelerinin “müphem surette yazılarak Avrupalılara bir veçhile ve ehl-i İslâma diğer bir veçhile tefsir edil(diğini)” söylüyordu. Genel kural buydu!

•••

Yakın tarihimizdeki gerçekçi ve hayalci kimlik kavgalarını yıllar önce dönemler halinde ele almış ve tartışmıştım (Sürüden Ayrılanlar; 2000, s. 201-223). Burada sadece son dönemde karşılaştığımız durumu ana hatları ile sergilemek istiyorum. Gerçekten de bu son yıllarda iç ve dış “kimlik”lerimiz arasında Cumhuriyet tarihinde benzeri bulunmayan bir kopuşla karşı karşıya bulunuyoruz! İçerde, yakında adeta saltanat yetkileriyle donanmaya hazırlanan bir Başkan liderliğinde “ileri demokrasi”ye, “barışa”, “refaha”, “ilk on’a girmeye” koşan bir Türkiye tablosu çizilirken, dışarda, “demokrasiden uzaklaşmış”, “neredeyse hiç dostu kalmamış”, “ekonomisi durgun ve kırılgan”, “hapishaneleri gazetecilerle dolmuş” otoriter bir rejim tablosu karşımıza çıkıyor! Bakınız İngiliz The Economist dergisi daha bir hafta önce (27 Mayıs) bu “başkanlığı” nasıl anlatıyor: “Avrupalılar için Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmek imkânsız hale geldi! Kendi topraklarında propaganda yapmasını önleyen Avrupa hükümetlerini Nazi’lere benzetiyor; onları, yolu engellenirse, göçmenleri Yunanistan ve Bulgaristan’a sürmekle tehdit ediyor. İçerdeki tasfiyeler demokrasiyi neredeyse yok etti. Avusturya Hükümeti dâhil, bazı Avrupalılar Türkiye ile AB müzakerelerine son verilmesini istiyor. Bazıları da, sükûnetle, bu görüşmeleri bizzat Erdoğan’ın bitirmesini umut ediyor”. İşte bugünlerde Türkiye’nin “müttefikleri” aynasındaki görüntüsü bu; başka bir sürü batılı medya organında –yer yer çok daha keskin hatlarla çizilmekte olan- bir “rejim” tablosu!

•••

Bunlar yetmiyormuş gibi, son günlerde zincire zehirli bir halka daha eklendi. Malta vergi cennetinde gün ışığına çıkarılan belgeler (Malta Files) içinde R. T. Erdoğan ve Binali Yıldırım aileleriyle ilgili belgelerin de bulunduğu iddia ediliyor ve 13 Avrupa gazetesi bu konuda -başka bir sürü medya organının da alıntıladığı- yayınlar yapıyor. Neymiş? Belgelere göre Yıldırım ailesi takriben 140 milyon Euro’luk (gemi ve gayrı menkullerden oluşan) bir servete sahipmiş? Neymiş? Türk vatandaşı olarak Mübariz Gurbanoğlu adını alan Azeri milyarder Mansimov, Erdoğan ailesine 26,5 milyon Euro’luk bir tanker hediye etmiş! Vergi cennetinde 2008 yılında başlayan bu işlemlerin kayıtları da varmış! İşte bütün dünya, bugünlerde bir sürü skandal arasında, bunları da konuşuyor. Araştırıcı 13 organdan biri olan Der Spiegel ise daha da ağır şeyler söylüyor ve “demek ki, diyor, Türkiye’nin bir kleptokrasiye dönüşmesi, Erdoğan’ın kitlesel muhalefete son vermesinden ve medyayı susturmasından çok daha önce başlamış. Olanlar Türkiye Başbakanı’nın henüz Batı’da umutlar saçan demokratik bir reformcu olarak değerlendirildiği bir zamana rastlıyor!” (27 Mayıs 2017).

Acı, çok acı sözler! Sadece iktidar çevrelerini değil, tüm vatandaşları da rencide edecek ağır iddialar!

•••

Peki, ya Türkiye? Türkiye nasıl yanıt veriyor bu ithamlara?

Çıt yok! Ölüm sessizliği! Omerta! Buna karşılık 13 basın organını bir araya getiren EIC (European Investigative Collaborations) yöneticileri durumu aydınlatmaları için ilgililere başvurduklarını ve yanıt alamadıklarını söylüyorlar!

Ne oldu, nasıl oldu? Kendi “gerçeğimiz”le dış “gerçeğimiz” arasındaki bu radikal kopuş nasıl meydana geldi?

•••

Bu radikal kopuş, AKP’nin son on yıl içinde ülkeye empoze etmeye çalıştığı ve bunda da şu ana kadar başarılı olduğu “demokrasi” anlayışının ürünü olarak ortaya çıktı. Bu anlayışa göre demokrasi demek seçim demekti ve seçimlerde çoğunluğu elde eden partiler –kimseye aldırmadan- “Milli İrade”yi uygulama hakkına sahip oluyordu! İşte bu karanlık günlere böyle bir “demokrasi” anlayışıyla geldik.

Ne diyelim? Seçim elbette ki önemli, çok önemlidir ve seçim olmazsa kuşkusuz demokrasi de olmaz! Ne var ki seçim her şey değildir ve demokrasi, her sorunun özgürce tartışıldığı, kamuoyunun özgürce oluştuğu bir “kamusal alan” olmadan da olmaz. Aksi takdirde seçim sadece bir aldatmaca olarak kalır ve çıkarcı bir zümreyi iktidara taşıyan araç haline dönüşür. Almanya’da J. Habermas tam da bu “kamusal alan”ın oluşmasını inceleyen eseriyle üne kavuşmuştu. Nitekim Batı’da, Meclis’te rahat bir çoğunluğa sahip hükümetler, kamuoyunun direnciyle karşılaştıkları durumlarda çoğu kez tasarılarından vazgeçmekte bir sakınca görmezler; bunu gurur, inat ya da “Hak” meselesi yapmazlar. Fransa’da Chirac döneminde bu yüzden yıllarca “üniversite reformu” yapılamadı; bakanlar istifa etmek zorunda kaldı; çünkü öğrenci ve öğretmenler el ele, sokaklara dökülmüş, yapılmak istenenin gerçek bir reformla ilgisi olmadığını haykırmışlardı. Bizde ise medreseleri öven ve “Hak yolu”ndan başka bir “gerçek” tanımayan bir iktidar, sonunda bir bildiriye imza atan bilim adamlarını bile üniversiteden uzaklaştırmaya başladı. Ve bu ülke demokratları, özgürlüğü kısıtlayan sermaye odakları ve basın ağalarına karşı direnirken, bir de ne görelim, Ortaçağ zulmü kapımızı çalmıyor mu?

•••

Oysa olamaz; bu anormal durum daha uzun süre böyle devam edemez! Sadece yöneticileri değil tüm vatandaşları töhmet altında bırakan ve biraz da fırtınadan önceki sessizliğe benzeyen bu kolektif dilsizlik süremez! Bu durumda, fırtına kopmadan, vicdanları taciz eden “dış hayalet”leri kovmak ve bu zehirli havayı dağıtmak görevi de önce bu ülkeyi yönetenlere düşüyor. Konuşarak, açıklamalar yaparak, tartışarak.. Hapishaneleri boşaltarak..