Kitlelerin açlık ve yoksulluk sınırında dolaştığı, çalışanların dahi yoksullaştığı veya yoksulluktan kurtulma umutlarını yitirdiği bir ülkede, sınıfsal mücadelenin örgütlenmesi için koşullar oluşmuş demektir.

Bir bölüşüm kategorisi olarak enflasyon

OĞUZ OYAN

İki şey emekçilerin mücadeleciliğini kışkırtmış görünüyor: Birincisi, yüksek enflasyonist ivmenin emekçilerin satın alma gücünü eritmesi; ikincisi, iktidarın/sermayenin emek-karşıtı yüzünün giderek maskelenemez bir biçimde açığa çıkması. Buna, emekçilerin ücret mücadelesi verirken örgütlenme/sendikalaşma haklarının dinci iktidar ve sermaye işbirliğiyle bastırılmak istenmesini de eklemek gerekiyor. Bu bazen, emeğin haklarını yeterince savunmayan bazı sendikal yönetimlere karşı tepkilere de dönüşebiliyor.


Ocak ayı açlık sınırı TÜRK-İŞ’in gıda endeksine göre 4 bin 249 TL oldu. Başka deyişle, açlık sınırı yılın henüz ilk ayında asgari ücrete eşitlenmiş oldu. Bu, asgari ücretin her ay daha fazla açlık sınırının altına düşeceğini ve geçim sıkıntısının giderek orta/orta-üst düzey ücret katmanlarını dahi içine alacağını gösteriyor. İşsizler ve sosyal güvencesi olmayanlar açısından geçim sorunları zaten daha da dramatik boyutlardaydı; ama buradaki yeni sorun, çalışan yoksulluğunun artmasıdır. İş-güç sahibi olmanın dahi yoksulluğu önleyemez olması, toplumsal depresyonun önemli bir nedenine dönüşmüştür.

Enflasyonun aile bütçelerini doğrudan etkileyen boyutları dışında bir de zihinlere sıçramasındaki hızı dikkate almak gerekir. Eylül 2021’den sonra faiz-kur-enflasyon sarmalı o denli hızlı ve göze batar bir biçimde gerçekleşti ki, adeta kurbağanın kaynar suya atılması etkisi yarattı. Ama bunun öncesindeki tepki birikimlerini de ihmal etmemek ve en başa iktidarın 2020’den itibaren Covid-19 salgınında emekçilere/ halka yönelik sosyal desteklerde en cimri davranan siyasi iktidarların başında yer aldığını eklemek gerekir.

Gerçek ücretler hızla gerilerken, toplu iş sözleşmelerinde veya sendikalaşmamış kesimlerin (başta kuryelerin) zam taleplerine işverence verilen yanıtlarda, ocaktaki yıllık TÜFE oranı (yüzde 48,69) veya gıda enflasyonu (yüzde 55,6) bir yana, 2021 yılı resmi enflasyonunun (yüzde 36,1) bile altında kalınması tepkilerin yaygınlaşmasına yol açıyor. İşverenin sadece ücretlerde değil çalışma koşullarında iyileştirme yapmakta da ayak sürümesi, sırtını iktidara dayayan egemen sınıfın açgözlü vurdumduymazlığını da yansıtmakta. Oysa emekçilerin bugünkü talebi, ücretlerin aylık olarak enflasyona endekslenmesi olabilmeliydi.

Bu arada, TÜİK’in baskıladığı TÜFE düzeyleri yalnızca siyasi iktidarın işine gelen bir yanıltıcı endekslemeden ibaret değildir; bu aynı zamanda sermayenin tüm kesimlerinin ücretlerin baskılanması amacıyla tutundukları bir sipariş niteliğindedir. TÜİK, emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerinin doğrudan belirleyicisine dönüşmüştür; dolayısıyla TÜİK başkanlarının bu denli sık değiştirilmesi sadece Saray’ın tercihleri sonucu değildir.

Enflasyonu Belirleyen Etkenler

Türkiye’de enflasyon dört koldan körüklenmektedir:

Birinci sıraya, son 6 ayın temel enflasyon belirleyicisi durumuna yükselmiş olan negatif reel faizleri yazmak gerekir. Enflasyon artarken faizleri indirme saplantısı, enflasyonu körükleyen temel etkene dönüşmüştür. TCMB, açık ekonomi koşullarında, faizleri tersinden kullanmaya yani enflasyonun altına çekmeye zorlanmıştır. Böylece ne piyasa faizleri ne dolarizasyon ne de kur kontrol edilebilmektedir. Negatif reel faizlerin yüzde 35’e (ocak ayı TÜFE: %48,69-TCMB faizi %14= %34,69) yükseldiği ve önümüzdeki süreçte daha da yükselmesinin beklendiği bir ortamda, enflasyon ve TL’den kaçış durdurulamaz. (Bastırılmış TÜFE oranı bile şimdiden TCMB faiz oranının 3,5 katıdır).

Enflasyonu körükleyen diğer etken, kur artışlarıdır. Kur artışlarının en az dörtte biri oranında enflasyona etki yaptığı söylenebilir. Öte yandan, kur-enflasyon etkileşmesi karşılıklıdır; enflasyondaki artışlar da dönüp TL değerini aşındırmaktadır.

İthalat bağımlılığının yüksek olduğu (ve ithalat hacminin GSYH’ye oranının yüzde 35’i aştığı) bir ekonomide kur artışları daha yaygın etkilerde bulunur. Özellikle de enerji hammaddesi ve ara malları ithalatına aşırı bağımlı bir ekonomide kur artışları ile enflasyon arasındaki geçişkenliğin daha yüksek olması beklenir.

Dünyada emtia fiyatlarındaki artış eğilimi, TL’nin değer kaybı olmasaydı dahi, ithalat yoluyla enflasyonu besleyen bir etki yaratmaktadır. Nitekim ocak ayında yıllık Yurtiçi ÜFE yüzde 93,53 artmışken, enerjideki artış yüzde 142’yi, ara mallarında yüzde 106’yı aşmıştır. Daha alt başlıklarda, rafine petrolde yüzde 180’nin, doğalgazda yüzde 162’nin, ana metallerde yüzde 136’nın, kâğıt ve türevlerinde yüzde 119’un, kimyasallarda yüzde 114’ün, tekstilde yüzde 102’nin üzerine çıkmıştır. Bunlarda ocakta aylık bazdaki artışlar bile genelde yüzde 20’nin üzerindedir. Nitekim ocak ayında dış ticaret açığını 10 milyar doların üzerine çıkaran büyük sıçrama (yüzde 241 artış) da ithalattaki yüzde 55’lik artışın bir sonucudur. Kur artışları üzerinden dış ticaret açığını dizginleme hevesleri henüz iki ay geçmeden geçersiz kalmıştır.

Enflasyonu körükleyecek iki potansiyel etken de gündemdedir. Birincisi, Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) varlık alımlarını durdurduktan sonra 2022 boyunca 4-5 faiz artışını gündemine almasıdır. Avrupa Merkez Bankası’nın da biraz gecikmeyle FED’i izlemesi beklenir. Bu durumda TL’nin yeni değer kayıpları söz konusu olabilecek ve faizleri artırma baskısı yoğunlaşacaktır.

İkincisi, ÜFE ile TÜFE arasındaki büyük açıklık (Ocak 2022’de ÜFE TÜFE’nin 1,92 katıdır ve aralarında 45 puanlık fark oluşmuştur) TÜFE üzerinde potansiyel bir baskı yaratmaktadır. Üretici fiyatlarının tüketici fiyatlarına yansıması kaçınılmazdır; esasen aylardır bu kadar büyük farkların bulunması da sistemin doğasına aykırıdır. Bunun bir nedeni de TÜİK’in TÜFE’yi daha fazla baskı altında tutmasıdır.

Tüm bunların ötesinde iki yapısal sorun vardır: Enerji güvenliğini ve gıda egemenliğini sağlamadan yani ithalata bağımlılığı azaltmadan bir çıkış yoktur.

Sonuç: Enflasyondan çıkışta solun çözümü

Sevgili Hayri Kozanoğlu 1 Şubat tarihli BirGün’de bu konudaki tartışmaları dile getirdi. Bunu özetleyecek değiliz. Ancak enflasyonla mücadeleye sosyalist solun geleneksel iktisattan farklı bir bakış açısıyla yaklaşması gerektiği açıktır. Konunun sınıfsal özüne uygun olarak birincil bölüşüm ilişkilerine emek yanlı müdahaleler şarttır. İkincil bölüşüm ilişkilerinde de sağlık, eğitim, konut, kira, vb. alanlarda sosyal harcamaların desteklenmesi ve fiyatların denetim altında tutulması gerekir. Bu denetim, devletin belirlediği bütün ürün fiyatlarında da (doğalgaz, akaryakıt, elektrik, su, vs.) devreye sokulmalı ve dolaylı vergilerdeki indirimler/muafiyetler de bunun bir aracı yapılmalıdır. Güç dengeleri izin verdiğinde sağlık, eğitim gibi toplumsal mallarda ve elektrik, doğalgaz gibi doğal tekel alanlarında devletleştirmeler gecikilmeden gerçekleştirilmelidir. Emek-sermaye arasındaki eşitsizliklerin had safhaya vardığı, gelir ve servet dağılımının iyice bozulduğu bir ülkede, dolaysız vergiler (ve servet vergisi) üzerinden de etkin politika araçları geliştirilmelidir.

Türkiye özelinde enflasyona karşı mücadelenin yapısal sorunların çözümünden geçtiği açıktır. İthalata, özellikle de enerji ve aramalı ithalatına olan bağımlılığı azaltmadan düze çıkma olasılığı yoktur. Bu da yeniden KİT sistemini düşünmenin zamanının geldiğini gösterir.

Kitlelerin açlık ve yoksulluk sınırında dolaştığı, çalışanların dahi yoksullaştığı veya yoksulluktan kurtulma umutlarını yitirdiği bir ülkede, sınıfsal mücadelenin örgütlenmesi için koşullar oluşmuş demektir. Bunun iktidar tarafından din/kültür eksenli bir kutuplaşmaya veya parçalanmaya uğratılmasına izin vermemek de solun sorumlulukları arasındadır.