Daha önce de yazmıştım, hatırlayanlar olacaktır, hayatımın uzunca sayılabilecek bir bölümünü 559C adlı otobüste geçirdim.

Senelerdir aynı istikamete doğru gittiğim için oldu bu. Belki de hata buradaydı, bilmiyorum. Hep aynı yöne doğru gitmeye çalışmakta yani. Kısa sürmüş izcilik kariyerimde edindiğim en önemli bilgilerden biriydi halbuki. Başlı başına bir mesele olduğu için bunu başka bir yazıya bırakmakta fayda var.

Hisarüstü-Taksim otobüsüne geri dönersek, şunu görüyoruz: ben otobüsümü değiştirmemiş olsam da, otobüsler bu yirmi sene içinde çok değişti. Kalabalık ve itişip kakışma aynı olabilir. Çoğumuz her gün tanımadığımız insanlarla sarmaş dolaş ayakta gidip geliyoruz. Ama sağda iki kişilik, sol ön tarafta da tek kişilik bir dizi koltuktan oluşan oturma düzenine şimdi çok acayip bir detay eklendi: bir buçuk kişilik koltuk.

Uzunca zaman bu koltuklara pek bir anlam veremedim. Bir kişilik desen değil, onu dolduracak büyüklükte kişiler düşünmesi zor çünkü. İki kişilik desen hiç değil. Çocuklular için diyenler oldu, ama şimdiye kadar hiç çocuklu birinin orada oturduğuna şahit olmadım. Engelliler için olduğunu düşündüm. Fakat bunu da pek görmedim.

Daha çok rast geldiğim durum şu: genç bir kızımız ders kitapları ve okul çantası elinde olmak üzere koltuğa yerleşir. Koltuğun diğerlerinden daha geniş olduğunu fark etmiş, rahat edeceği umuduyla orayı seçmiştir. Fakat olaylar beklendiği gibi ilerlemez. İki dakika sonra yanında bir adam peyda olur ve onu itiştirerek koltuğa yamanır. Bizim memlekette koltuk kenarına ilişenlere hayır denemediği için, kızcağız kızarıp bozarsa da bir şey diyemez. Adamsa azıcık yer edindikten sonra mekanı benimser ve bacaklarını pergel gibi açıp yanındakini cama yapıştırır. Sonunda kızcağız nahoş bir durumda bulur kendini. Huzursuz huzursuz kıpırdanmaya başlar. Otursa oturamaz, kendine yedirip kalkamaz. Bir kararsızlık halinde kalakalır.

İnsan koltukların ne olduğunun belli olduğu zamanları özlüyor tabii. İki kişilik ile bir kişilik koltuk arasında ne büyük fark vardır! Onlara oturup oturamayacağınız ayrı mesele. Ne kadar seçme hakkınız olsa da, o hakkı kullanabileceğiniz ortamın oluşup oluşmayacağı tamamen farklı bir soru. Ama en azından kavramsal olarak hangi koltuğu seçtiğinizi, gönlünüzden neyin geçtiğini bildiğiniz bir zamanda yaşıyor olmanın rahatlığından söz ediyorum.

Mesela ben her zaman tek kişilik koltukları kollardım. Vapurda kenarda oturmak gibi bir şeydir bu. Otobüsün içinde olmakla dışında olmak arasında sınırda bir yerde seyahat etmek gibi gelir bana. İçeriden çok dışarısıyla ilgilendiğiniz bir durumdur. Yanınızda biri olsa belki konuşmak zorunda kalacaksınız. Ama tek kişilik koltukta daha çok pencereden dışarı bakarsınız, ya da rahatça elinizdeki kitaba dalabilirsiniz.

İki kişilik koltukları sevenler de, ellerinde pazar torbaları ile oturur oturmaz muhabbete giren teyzeler, kasketli ve buruşuk suratlı amcalar, çocuklarını bir dakika sizin kucağınıza teslim edip üstünü başını düzeltmek isteyen genç kadınlar olabilir. Ama onların da seçimi sonuçta aynı şekilde biçimlenir: Tek koltuk ya da çift koltuk.

Oysa şimdi bir buçuk koltuk vaadiyle tekerlek üstünde seyahat etmeye zorlanan bir Türkiye ile karşı karşıyayız. En azından bir kısmımız. Geri kalanlar zaten en güzel yerleri kapmışlar. Karşılıklı koltuklara kurulmuş püfür püfür seyahat ediyorlar.

Peki ya biz? O bir buçuk koltuğa oturacak mıyız? Dozunu gitgide artırdığı beden politikalarıyla otobüste bacaklarını açarak alanımızı daraltan o adam gibi bizi kıstırmaya çalışan hükümete teslim olacak mıyız? Ya da tümüyle onaylamadığımız muhalefet partisine? Bir türlü sağduyulu bir şeyler söylemeyi başaramayan, elle tutulur bir netice alamayan ve somut politikalar üretemeyen bu muhalefete destek verebilir miyiz? Onun dümen suyuna girmek de bir tür “yetmez ama evet” hali değil mi?

Diyeceksiniz ki, otobüs yolu boş bulmuş çılgın gibi gidiyor, sen de bir yere otursan iyi olur.

Endişenizi anlıyorum, ama ben şu bir buçuk koltuğa ısınamadım gitti. Buraya kadar ayakta gelmişim, bundan sonra da öyle giderim.