Dimitri Verhulst, Geç Kalan’da böyle bir sorgulama evresine gelen; o güne kadar yaptıklarından, eşinden ve etrafındaki kalabalıktan sıtkı sıyrılan bir karakteri getiriyor karşımıza.

Bir bunağın en önemli uğraşı kaçıştır

Alİ BULUNMAZ

Hemen herkes başarılı olmaya koşullanmış durumda; iyi bir işe, mutlu bir evliliğe, her şeyin en fazlasına, en büyüğü ve en güzeline sahip olma hastalığına tutulmuş vaziyette. Yaşamımız bunlarla kuşatıldı. Fakat insan bir an soluklanıp düşünmeye başladığında tel kopuyor; “başarısızlığının” farkına varıyor, kendisini çevreleyen çemberi görerek nerede ve nasıl hata yaptığını anlamaya uğraşıyor. Tabii bu arada zaman geçiyor ve hesaplaşma dönemi gecikiyor.
Dimitri Verhulst, Geç Kalan’da böyle bir sorgulama evresine gelen; o güne kadar yaptıklarından, eşinden ve etrafındaki kalabalıktan sıtkı sıyrılan bir karakteri getiriyor karşımıza.


Zamanın yıkımına karşı zayıf bir bağışıklık

Verhulst, yarattığı karakterle hepimize sesleniyor: Kendisini başarısız gören, tekdüzelikten sıyrılmak isteyen ve özgüvenini yeniden kazanmaya uğraşan bu adam, her şeyi unutmuş gibi yaparak bir huzurevine yollanmayı düşlüyor. Daha doğrusu, yaşamının tek amacına dönüşüyor bu; bunak ve deli numarasıyla eski yaşamına veda etmeye hazırlanıyor: Styx Nehri’ni geçip bir sonraki hayata varma hayali böyle düşüyor aklına.

Romanın başkarakteri ve anlatıcısı Désiré, çıktığı yolculukta bunak numarası yaparak yeni bir hayata uyanmaya ve eskisinin hatırasını silmeye çabalıyor. Çocuklaşmış bir moruk gibi davranarak kendisini bu noktaya getiren her şeyle ve herkesle kavgaya tutuşmayı deniyor.

Yetmiş dörtlük delikanlı Désiré, ikinci baharını yaşamaya hazırlanıp huzurevinde önüne konan pastasına meylederken zihninde kırk tilki dolanıyor: “Gençliğinizi ikinci kez yaşayabilmeniz pek bir hediye sayılmıyor maalesef. Hatta balatayı sıyırmış yetmiş yaş üstü bahtı kara biri olarak değilse bile, en azından hak ettiğini bulan biri olarak görülürsünüz. Sağlığınızın yerinde olduğu günlerde çok az balık, çok az fındık yediğinizden şüphelenirler. Melodram dizilerini karmaşık olay örgülü kitaplara tercih etmiş, beyin hücrelerinizin kaldıramayacağı derecede alkol tüketmiş, bulmacaları küçümsemiş ve yabancı bir dilde gazete okumamış birisinizdir. Beyninizi yormak yerine tembelleştiren, son teknolojiyi takip etme çabasını gösteremeyen kendinizdiniz. Bunak olmanız kendi seçiminiz! Böyle bakıyor bazıları size.”

Désiré hatırlıyor; eşiyle şiddetli ve sonra gitgide kardeşliğe dönüşen ilişkisini, hayatına girip çıkan kadınları, arkadaşlarını… Ardından, bütün bunlar hafızasından silinmiş gibi yapıyor. Zamanın yıkımına karşı bağışıklığının olmadığını biliyor ve buna uygun bir senaryo yazıyor. Yazdığı senaryoyu da hiç açık vermeden oynuyor.

“Bir bunağın en önemli uğraşı kaçıştır” diyen Désiré, etrafındakilere bir gösteri sunuyor; “başarısız” yaşamının yeni aşamasında kendi yazıp yönettiği bir oyunla yol alıyor: “Gösterimin en çok hoşuma giden yanı oynamam gereken huzursuz kişi rolüydü. Gerçeklikle bağımı koparmamdı; bir yerlerde, sadece şeytanın bildiği bir yerlerde, sizi bekleyen bir görevin olduğu duygusuydu. Bilmediğiniz ve gördüğünüzde tanıyamayacağınız bir şeyi arayacaktınız. Çirkin, günlük kesinliklere bağlanmamak çekici gelmişti bana. Çok keyif alıyordum. Kendi dublörümmüşüm gibi günlerimi boş boş geçiriyordum…”

Désiré’nin kurduğu bunaklık tiyatrosunda aldığı en güzel ödül, etrafındakileri buna inandırması. Kuşandığı bu zırh, geçmişten ve şimdiden sıyırıp onu âdeta bir çocuğun oyun parkındaki ruh hâline sokuyor. Fakat huzurevinde çocukluk aşkıyla ve eski bir Nazi subayıyla karşılaşması, bu havayı biraz bozuyor. Daha doğrusu değiştiriyor. Ancak bu durum bile yeni bir “Ben” kurmaya girişen Désiré’nin yolculuğunu engellemiyor ve seyahati sırasında onu şaşırtıcı gerçeklerle de yüzleştiriyor: “İnsan ilişkilerinin bütün budalalıklarını gördüğümü sanırdım oysa. Dünyanın en maceracı yaşlısı olduğunu düşünen bir erkek (eş, sadık bir işçi, baba, dürüst bir vergi mükellefi ve saygın, saklayacak hiçbir şeyi yok), kendini bir bunak gibi gösterecek kadar kafadan kontak tek kişi. Kurguladığı gibi de oluyor, kafatasının içindeki nörofibriler çorbaya doktorları bile ikna etmeyi başarıyor, sonra da bir zafer edasıyla ve yeniden kazandığı özgüvenle uzmanlaşmış bir kuruma giriyor. Ve ancak orada keşfediyor ki tek özgün kişi kendisi değilmiş. Vay canına.”

Belleğine çağırdığı sis sayesinde kendisine bir koza ören Désiré, bir yandan yaşamla hesaplaşıp hatırlamanın ağırlığını hissediyor, diğer yandan gerçek benliğinin uzun zamandır yok olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor. Bununla beraber, daha evvel üzerinde fazla konuşulmamış ve vicdan muhasebesi yapılmamış kişilere ve olaylara dair söyledikleriyle kurulu düzene kendince zarar veriyor. Böylece âdil bir adalet düşünü gerçekleştirmeye çabalıyor. Yaşamından memnuniyetsizliği ve “başarısızlığı”, Désiré’ye Pandora’nın Kutusu’nu ve zihninin kapılarını açtırıyor âdeta. Verhulst da bu kapıdan geçirip gerçek ve hayal sınırına götürdüğü okura, hatırlama ve unutmanın keskin uçlarını gösteriyor.