Hulki Aktunç söz ustasıydı. Sözcüğe verdiği değeri çok zahmetli, kadirbilinmez olan sözlükçülükle taçlandırmış, kimilerine nispet “Büyük Argo Sözlüğü”yle önemli bir çalışmaya imza atmıştı

“Bir çağ yangını”ndayız Hulki Abi…

Eren Aysan - Yazar

İstanbul’a bahar erguvanlarla gelir.

İşte öyle coşkulu, kıpır kıpır, sevinçli bir bahardı. Metin Altıok Şiir Ödülü için Notre de Sion Fransız Lisesi’nin bahçesinde toplanmışız. O yıl ödül alan Hulki Aktunç. Gönençli, duyarlı ama hüzünlü. Ödül töreninin hemen ardından uzun beyaz masaya oturduğumuzda gözünden süzülen yaşları unutmam mümkün değil. Hemen yanıbaşımda 1978 yılında öldürülen savcı Doğan Öz’ün kızı Bengi Heval Öz… Hulki Abi’yi Bengi’yle tanıştırdıktan sonra gözyaşları kanatlanmıştı. Masada başka yitirdiklerimiz de vardı. Bize o güzelim günden ilk veda eden Füsun Akatlı oldu. Sonra Yaşar Kemal.

Sekiz yıl geçmiş aradan. Ne diyordu; “Bir Çağ Yangını”nda Hulki Abi: “Bir alev yalazıdır kimi zaman. Umulmadığı yerden çıkar, ışıtır ve tüter. Bir gergeften doğar sözgelimi.” Şimdi aklımdan süzülenleri kolluyor zaman.

Hulki Aktunç söz ustasıydı. Sözcüğe verdiği değeri çok zahmetli, kadirbilinmez olan sözlükçülükle taçlandırmış, kimilerine nispet “Büyük Argo Sözlüğü”yle önemli bir çalışmaya imza atmıştı. Böyle oylumlu bir çalışmanın gerisinde dile büyük bir katkı sunmak yoktu yalnızca. İstanbul ağzından yerel ağızlara kadar derlediği sözlükle bir yazarın bakışını sunmaya çabalıyordu. Dile saygı duruşuydu bu, hiç kuşkusuz.

Çünkü o, her defasında başkaca bir biçim arayışına uzanan, böylece yeni bir dünya anlayışına kapı aralayan öncü yazardı. Zaten “Büyük Argo Sözlüğü”ne ilişkin de, “Ben edebiyatta kendi kalbimin argosunu ortaya koymak istedim. O yüzden hikâye yazdım, şiir yazdım, sözlük yazdım, denemeler yazdım. Benim gördüğüm budur, çünkü edebiyat aslında kendisine yönelik argodur!” diyordu.

Özellikle büyüdüğü evi anıştırarak yazdığı “Bir Çağ Yangını”nda sözcük kuyumculuğunu dilde az kullanılan sözcükleri harmanlayarak yapıyordu. Düşle gerçeğin karmaşası içinde yaşayanlar ve ölüler yan yana adeta roman içinde soluk alıyorlardı. Orada eksik bırakılan, dağıtılan, gizlenendi her şey… Fakat asla karmaşık değildi hiçbir şey. Kişiler arasında ilerleyen yoldan geçerek yepyeni tünellerde kayboluyordunuz. Büyük bir mutlulukla.

“Son İki Eylül”, bizim ülkemizin kötü Eylüllerin bir tarihidir aynı zamanda. Fonda toplum tarihiyle kesişen ve uzak noktalara doğru ilerleyen toplumsal travmaların insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini anlatırken okurun sorularla yüzleşmesini sağlar: “Çoğu zaman düşünmüşümdür, hangisini bulgulamak daha kolay diye: Okyanusun derinliğini mi yoksa derinliğini mi insan yüreğinin diye?”

Öyküleri de tıpkı romanları gibi son sürat yenilikçiydi. Kendiliğinden gelen bir şiirsellikle olağanlık birleşiyordu. “Gidenler Dönmeyenler”de de, “Kurtarılmış Haziran”da da, “Ten ve Gölge”de de, “Bir Yer Göstericinin Hayatı”nda da, “Güz Her Şeyi Bilir”de de…

Hulki Aktunç babamın askeri ortaokuldan, Selimiye Askeri Ortaokulu’ndan, arkadaşıydı. Daha on iki yaşında yatılı okuyan çocuklar için İstanbul’un göbeğinde yaşamak ancak heyecan verici bir serüven olabilirdi. Ardından da Kuleli Askeri Lisesi’nde…

Uzaktan uzağa birbirlerini takip etmişlerdi, her ikisi de. Tâ ki seksenlerin başında Kadıköy vapurunda karşılaşıncaya değin. ( Zaten Kadıköy onun kalesi değil miydi?) Benim gördüğüm, babamın özellikle Hulki Aktunç’un “Türkiye Defteri” dergisinin yazı kurulundayken onu kıvançla izlediği. Birçok yazısına im koyduğunu bugün görmek kıvancımı arttırıyor.
Öte yandan ikisini buluşturan her şeyden önce şiirdi. Ancak bu kısacık yazıda şiire ilişkin söylemler üretmek sakınca doğurabilir. Biliyorum, derinleşmemiş yorumlar düşmanıdır şiirin ama sormadan geçemeyeceğim: Hulki Aktunç’un şiirinde ustalara özgü motiflerle yansıyan başat sorunsal, tam da özgür kişiliğini aradığı 12-13 yaşlarında Rilke gibi, kışla yasalı bir asker okulunda okuma zorunluluğundan kaynaklanmış olabilir mi? Öyle sanıyorum ki, o yaşadığından çok yaşamış bir şairin haykırıları izlenimi bırakan dizelerindeki yorgun duyarlılığın toplumsallığa, hırçınlığın kimi içe kapanışa, kimi dışa vurmaya dönüşmesinde ve sorunun gizinde saklıdır.

Behçet Aysan ve Metin Altıok’a adadığı, “Istıraplar Ansiklopedisi”nde yer alan “Kalem ve Toprak” şiirini bir kere daha hatırlayalım: “Bir kalem dikin toprağıma / İki ucu da açılmış sipsivri / Bir elime bir gece yapraklarına / Bir kalem dikin toprağıma / Tam da erken bahar vakti / Azar da kök salar belki / Elim gece yapraklarına / Bir kalem dikin mezarıma / Yan yana gelmemiş sözcükler var daha!”

Bütün yaptıkları kendisinin de vurguladığı tek bir cümlede özetlenebilirdi aslında: “Yazıyorum çünkü yan yana gelmemiş sözcükler var daha!”

Alın şiiriyle hayatı arasındaki bağa ve özel ilişkiye. Kimi şiirle hayat arasındaki ilişkiye uzaktan el sallar, kimi ise böyle derinlikli bir ortaklıktan beslenir. Belki daha sahici olan bu!

Hulki Aktunç kendi derdine deva arayan genç yazarların da arkasındaydı. Seyit Göktepe’nin “Defter ve Çikolata” kitabına yazdığı, “Seyit’in bu ilk kitabı yeni öykücülüğümüzde bir gerilim noktası” derken Halil Cibran’ın bir sözünü anımsatıyordu bana: “Ben ustamın ustası, çırağımın çırağıyım!”

Şimdi anılarımda, Tünel’de Jale Sancak’la yaptığı bir söyleşisinden izler var. Sevgili Seyit Göktepe haber vermişti. İstanbul’a bir geldiğimde onunla gitmiştim söyleşiye de. “Huzursuz bacak sendromu”ndan yakınmıştı uzun uzun. Ve yine babamla olan çocukluk anılarını anlatmıştı, kederle…

Şimdi o keder büyük bir sancıyla yüreğimde… Bitmiyor “Bir Çağ Yangını” Hulki Ağabey…