Başkanlık, Yarı Başkanlık, Türk Tipi Başkanlık, Partili Cumhurbaşkanı…

Ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın AKP’nin hayata geçirmek istediği “şey” sadece “Anayasal” değişiklik, “Rejim” değişikliği, “Sistem değişikliği”, “Devlet Biçimi” değişikliği olarak ele alınamaz. Kuşkusuz bu tartışmalar da yapılmalı. Ama daha fazla bir “şey” olduğunu unutmamak gerek.

En güzel anlatımını Cumhurbaşkanı adına konuşanlardan birisi yapmış geçenlerde. GORA filminden alıntı yaparak: “Bir filmde diyor ya ‘Bir cisim yaklaşıyor’ diye. İşte bugün görünen bu yol başkanlık sistemidir. Ancak Türkiye’deki hiç kimsenin ‘Yok’ diyemeyeceği başkanlık sistemiyle ilgili az ve kirli bilgi var. Türkiye’de bizim bahsettiğimiz hükümet sistemidir. Sistem ile rejim farklı şeylerdir. Elma ve armutlar aynı sepette değerlendirilemez” demiş.

Doğrudur “hükümet sistemi” ile “rejim” ayrı şeylere işaret eder. Ama eksik söylemiş. Yaklaşmakta olan Cisim/Şey aslında rejimi de aşan bir “şey”. Kendi kadrolarından sermayesine, medyadan Diyanet İşleri Başkanlığı’na, bilim anlayışından din anlayışına tüm sivil ve kamusal yapılanmasını, en önemlisi de “ahlak anlayışını” da getiriyor. Bunlar birbirinden ayrılmaz bir “set” aslında. Bu “setin” kadroları başbakan olmak için bıyık bırakıp, dakikalarca ayakta bir yazılı metne tapınabiliyorlar mesela!

Somut yansımalarından birisini Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay Başkanlarının Cumhurbaşkanı ile katıldıkları Rize gezisi etrafında yürüyen tartışmalarda görmek mümkün. Bildiğiniz üzere bu gezi “yargı bağımsızlığı” çerçevesinde eleştirilmişti. Yargıtay Başkanı eleştirilere şöyle cevap vermişti:

Ben onu anlayamadım, niye eleştiri konusu oldu. Devlet oradaydı. Devletin başkanı. Türk gelenek ve göreneklerimize göre devlet başkanına çok ayrı bir değer veririz. Devlet başkanı devletin başı ve birliğimizin sembolüdür. O’nun katılmış olduğu, Meclis Başkanı’nın, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin, tüm yüksek yargının katılmış olduğu ve bir toplantı yapılmış olması, oradaki bir başka çay toplantısının yapılmış olması ve buna iştirak etmemiz kadar doğal bir şey olamaz. Yani biz devletin başkanı ile bir arada olmaktan onur duyarız.

Üstelik bu açıklamasını Yargıtay İnsan Hakları Komisyonu’nun düzenlediği “Adil Yargılanma Hakkı ve İfade Özgürlüğü” konulu toplantıda yapmış! Yargı bağımsızlığının “adil yargılama hakkının” temeli olduğu hususunu ve “Cumhurbaşkanı” ile “Devleti” aynı gören yaklaşımı bir tarafa bırakalım.

Asıl sorun Yargıtay Başkanı’nın resmi niteliği olmayan ve katılmasının zorunlu olmadığı bu geziye katılmasını “ahlaki/etik” açıdan sorunlu görmemesi.

Bakın HSYK’nin web sitesinde yargı etiği ve bağımsızlığı üzerine onlarca referans metin var:

Avrupa Yargıçları Danışma Konseyi’nin, “Yargıçların Çalışmalarının Değerlendirilmesi, Adaletin Kalitesi ve Bağımsız Yargıya Saygı”, “Modern Demokraside Yargının ve Diğer Devlet Erklerinin Yeri”, “Başta Etik Kurallar, Uyumsuz Davranışlar ve Tarafsızlık Olmak Üzere Yargıçların Mesleki Davranışları”, Venedik Komisyonu’nun “Yargı Sisteminin Bağımsızlığı, Hâkimlerin Bağımsızlığı” gibi.

Ama en önemlisi “Birleşmiş Milletler BANGALOR YARGI ETİĞİ İLKELERİ” var. Önemi şurada bu ilkelerin; 2006 yılında HSYK tarafından yayınlanarak bizim yargıç ve savcılarımız için de bağlayıcı hale gelmiştir. Yargı bağımsızlığı denilince artık ezbere bilinen ilkeye göre: “Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır… Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de.”

Hadi bir de “yerli ve milli” örnek vereyim. Mecelle’ye göre “Hâkim, usulünün, füruunun, eşinin, işçisinin, kendi desteğiyle yaşayanların davasına bakamaz (md.1808). Yargı yetkisi bulunan devlet başkanının da kendisiyle ilgili davalara bakamayacağı kabul edilmiştir. Hâkim, taraflara eşit davranmak ( md.1798, 1799); taraflardan hediye kabul etmemek (md. 1796), tarafların yemek davetini geri çevirmek (md.1797), taraflardan birini ikametgâhında kabul etmekten (md.1798 ) ve taraflardan birine delil telkin etmekten kaçınmak zorundadır.”

Şimdi, Yargıtay Başkanı’nın yargıya ilişkin “bağlayıcı” etik ilkelerden haberdar olmadığı düşünülemez. Cumhurbaşkanı ve AKP’nin yargı üzerindeki etkisine ilişkin bu kadar tartışmalardan da haberdar olmaması mümkün değil. Ancak bu açık hükümler ve tartışmalara rağmen “yürütme organının etkisinden bağımsız görüntü”,- bakın en azından görüntü diyorum- vermeyi sorun etmiyor. Doğal buluyor. İşte bu “yaklaşan cismin” yargıdaki etik anlayışıdır. Sistem ve Rejim tartışmaları kadar önemlidir.

Bu etik anlayışın yargıdaki Cemaatçi yapılanma ile birlikte ülkeye neler çektirdiğini gördük. Sınav sorularını önceden yandaşlarına dağıtmaktan, suçsuz olduğunu bildikleri insanları yıllarca cezaevinde tutmaya, ülkeyi beraber soymaya kadar vahim durumlarda hiçbir sorun görmeyen ahlaki bir anlayış bu. İşte bu nedenle Yargıtay Başkanı “Çay Gezisi” ile yargı etiği ilkeleri arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi göremiyor.

Geçenlerde sendika.org’da Berke Özenç’in yazısında okumuştum. Nazi döneminde yargıcın Roland Freisler Hitler’e yazdığı mektuptan alıntıymış: “Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, sizin nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır

İşte Başkanlık Setinin ahlak anlayışı!