Bir dağ yıkılsa, sesini duyarsınız.  Görmeseniz bile dağın cismini, bilmeseniz ismini. Yıkılan dağ gelip size, “Ben yıkıldım demez” dağ diliyle. Ama siz anlarsınız bir dağın yıkıldığını…

Bir dağ yıkıldı ve sesi pek duyulmadı. Büyük bir dağdı. Ama büyüklüğüne karşın çok kişi duymadı. Çünkü o büyük dağ, her zamanki alçakgönüllülüğü ile bu dünyadan giderken de sessizce gitti. Dağ, sesini duyurmadan kendi içine gömüldü. Alçakgönüllülük, günlük hayatta ve insani ilişkilerde gösterdiği bir kişisel hasletti. Ama, düşünsel düzeyde hata kabul etmez bir eleştiri anlayışına sahipti. Her zaman kitabın ortasından, dosdoğru söylerdi. Hiç evirip çevirmeden, kıvırmadan. Belki bu nedenle kıvraklığı ve omurgasızlığı bir karakter haline getirmiş olanlar onun bulunduğu yerden geçerken büyük bir kavis çizmek zorunda kalırlardı.

Gücü ve iktidarı, kendi doğrularını hiç eğriltmeden, dosdoğru  savunmasından geliyordu. O yüzden eğri kişiliklilerin onunla bir arada olabilmesi ancak ve ancak bir noktalık dokunuşla mümkün olan geometrik bir durumdu! İşçiydi, hep öğrenciydi, öğretmendi, şofördü, sendikacıydı, yazar ve yayıncıydı.

Yıllar önce Dağlarca ile bir konuşmamızda, Babıali’de kimlerle görüştüğümü sormuştu. Ben de önce şairlerden başladım. Usta, adını andığım her şair için “Bırak o sahtekârı” deyip, “Başka?” diye sormayı sürdürmüştü. Sıra Sırrı Öztürk’e geldiğinde, sanki, ışığını yitirmekte olan gözlerinden bir pırıltı görür gibi olmuştum. “Sırrı Öztürk, çakı bıçak gibi adamdır” dedi. Başka isim sormadı. Bir süre daldı ve düşündü. Sonra bana döndü “Bak Sırrı seni kurtardı. Yoksa hep işe yaramaz insanlarla mesai harcadığını düşünecektim.”

Dağlarca o konuşmamızda Sırrı Öztürk’ten söz ederken ‘çakı bıçak’ benzetmesini kullanmıştı.  Ama başkaca bir ekleme, açıklama yapmamıştı. Ben bunu, asla eğilip bükülmez, her zaman işe yarar bir nesnelliği olan bir kişilik olarak yorumlamıştım. Çakı bıçak gibi, bükülse bile kendi içine bükülür. Öyle ki, yayınladığı bir kitaptan dolayı aldığı para cezası için “Burjuva devletine boyun eğmeme” adına, dünyada tek malvarlığı olan oturduğu evi, gözünü kırpmadan satıp, cezasını ödemişti. “Başka türlüsü bize yakışmaz” demişti. Hiç sızlanmadan, bunun siyasi veya duygusal “ticaretini” hiç yapmadan. Hele hele “Burjuva hukukunun” kaçamaklarına hiç sığınmadan. Bunu, yaşadığımız dünyada yapabilecek kaç kişi vardır, bir düşünün. Ölürken de aynı doğrultuda, çakı bıçak gibi, içine bükülen bir dağ gibi, sessizce gitti…

Bir gün örneğin “Toplumsal Bellek Akademisi” kurulacak olursa, Sırrı Öztürk’ü okuyanlar, dünyada, yaşanan zamanda ve toplumsa boyutta yaşanması olanaksız olan ütopyaların, kişisel bağlamda olanaklı kılınabildiğini göreceklerdir.

Son İstanbul Kitap Fuarı’nda Sorun Yayınları’nı Fuar’da görememiştim. Yıllar yılı hiç sektirmeden orada olurdu oysa. Hastalığından haberim vardı. Biraz kendine gelince görüşmeyi dilemiştim. Ne mutlu ki bana, o da ölmeden önce benim için, “Biraz iyileşeyim Sabri dostu bir göreyim, demiş. Ne yazık ki görüşemedik. Ama kendimi onun insan sınavından geçmiş saymamla, görüşememenin hüznü biraz hafifliyor.

Haftaya dize; “ötede çocuk öldürüyorlar ahiret meğer ıslahevi!” (Şeyda Üzer, Akatalpa, sayı 181)