Üniversite yıllarında iş insanı rolü yapmak bazılarınıza çok havalı gelebilir. Fakat iş dünyası o kadar havalı değil. Köpek köpeği yiyor. Şartlar, hizmet sektörünün hızlı yükseldiği doksanlı yıllarda daha iyiydi belki. Plansızlık, hesapsızlık ve kitapsızlığın bir sonucu olarak üniversitelerde ihtiyaç fazlası kontenjanlar, emek piyasasında da niteliksiz işler var. Kısacası İİBF’ler diplomalı işsizlikten başka bir şey üretmiyor.

Bir davranış bozukluğu olarak üniversitede iş insanı rolü yapmak

Sınavlar bitti, tercih zamanı yaklaşıyor… Eşit ağırlıkçı olduğunuz ya da hedeflediğiniz netleri yapamadığınız için işletme, iktisat, kamu yönetimi, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler gibi bölümler düşünüyorsunuz. Ailenizin maksadı eşe dosta “çocuğumuz dört yıllık fakülte okuyor” diyebilmek… Hem ortam da iyi, artık nerdeyse her kampüste pahalı kahveler satan bir Espresso Lab şubesi var. Üçüncü sınıfta Slovenya’da bir Erasmus, son sene de Turkcell’de bir staj patlattınız mı tamamdır. Çağdaş bir üniversiteden başka ne beklenir ki?

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (İİBF) bölümlerini araştırırken en havalısı uluslararası ilişkiler bölümüdür. Bazılarının adı “siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler” olur, bir bölüm parasına iki bölüm okunacakmış izlenimi verir. Tanıtım gezilerinde “uluslararası ilişkiler mezunu ne iş yapar” diye sorduğunuzda genelde “her işi yapar” minvalinde cevaplar alırsınız… Ortada doğru dürüst bir meslek olmadığı için “kendi geleceğine kendin yön verebilirsin” falan derler. Dışişleri bakanı olabilirsin, ateşe olabilirsin, büyükelçi olabilirsin, uluslararası bankalarda yönetici olabilirsin, düşünce kuruluşlarında çalışabilirsin… Barmen hatta barista bile olabilirsin, her şey mümkün, ipler tamamen senin elinde.

Nitekim dört sene sonra, vasat altı üniversitelerden birinden mezun olanlar kendilerini otellerde turistlere animatörlük yaparken (çünkü en az iki dil var), vasat üstü üniversitelerden mezun olanlar ise kendilerini satış, pazarlama, insan kaynakları gibi tırı vırı pozisyonlar için görüşmeler yaparken bulurlar, istisnalar kaideyi bozmaz… Görüşmelerde “Hep bu departmanda mı çalışmak istemiştiniz?” diye sorduklarında “Aslında büyükelçi olacaktım da kısmet insan kaynaklarınaymış” diyecek haliniz yok ya, mecburen “Evet, insan kaynakları hep hayalimdi” falan diye sıkarsınız. İç sesiniz de “Yersen” der. Yediklerinden de değil, onlar da biliyor insan kaynaklarının bir hayal olamayacağını…

İşletme okumak ya da okumamak

İşletme biraz daha farklıdır. Bir kere işletme, fakültenin ortalama yükseltme bölümüdür. Bu yüzden bölümün seçmeli dersleri çok talep görür. Mühendislik öğrencileri bile son sınıf seçmelilerini işletme bölümünden alırlar. Normal bir bölümde seneler ilerledikçe dersler zorlaşırken işletme bölümünde kolaylaşır. Sınav zamanı çimlerde yatış yapanların yüzde 80’i işletme öğrencisidir. Çünkü nadiren sınav yapılır. Staj, vaka çalışması, proje falan derken bir şekilde herkes 3,5 üstü ortalamayla mezun olur.

İşletmeciler derslerden çok kulüp etkinliklerine giderler. Kostümlü halloween partisi, bahar festivali, girişimcilik zirvesi, Cem Yılmaz’la söyleşi, radyo bilmem ne tanışma partisi, Mümin Sekman’la kişisel gelişim atölyesi, Rotary Kulübü bilgilendirme toplantısı, Uludağ snowfest vesaire… Zaten ücretli etkinlikleri de kendileri organize ederler; hem okurken ek gelir olur hem CV’ye bir satır daha eklenir hem olur da işsiz kalınırsa en azından “event organizer” ilanlarına başvurulabilir.

Kulüp toplantılarına resmi iş kıyafetiyle gitmek, komedyen Kaan Sekban’ın “Tebrikler Kovuldunuz” kitabındaki tabiriyle, üniversitede iş insanı rolü yapmanın olmazsa olmazlarındandır. Mesela mühendisler şort-tişört-terlik şeklinde takılırken erkek işletme öğrencileri takım elbise, kadınlar da topuklu ayakkabı (çantada babet) ve şık ofis kombinleri ile toplantılara giderler. Ortaokulda MUN yapan çocukların yanında bu hiçbir şeydir belki ama yine de… Demem o ki işletme bölümü, ritüeli bol bir rol yapma oyunu gibidir. Zaten, Goffman’ın da öne sürdüğü gibi iş hayatı da bir tiyatro sahnesinden ibarettir aslında. Ve bu şizofrenik performansa sizi en iyi işletme bölümleri hazırladığı için puanları genelde diğer bölümlerden yüksektir.

Sistemdeki işlevi modern kölelik düzenine orta kademe yönetici yetiştirmek olan işletme bölümlerindeki girişimcilik, insan kaynakları yönetimi, dijital pazarlama, yönetim psikolojisi, strategic management process ve benzeri derslerin janjanlı isimleri sizi aldatmasın, neredeyse hepsi emek sömürüsünün nasıl mükemmelleştirileceği üzerinedir. Derslerde kapitalizm tarihin sonu olarak görülür; açgözlülük iyidir; insan zaten bencil ve bireycidir; finans, rantizm ve piyasalar ebedidir.

Bristol Üniversitesi’nde işletme profesörü olan Martin Parker, “Shut Down The Business School” kitabında işletme bölümleri için “alakasız ve hastalıklı döküntüler püskürten bir kanser makinesi” benzetmesini yapar. Nitekim, Amerika’da MBA öğrencileriyle eski mahkûmların farazi vakalardaki davranışlarını kıyaslayan birçok araştırmada, eski mahkûmların bu karar anlarında MBA öğrencilerinden daha ahlaklı davrandıkları sonucuna ulaşılıyor. Açılımı “Master of Business Administration” olan MBA programlarına boşuna Master Bullshit Artist, Mediocre But Arrogant, More Bad Advice denilmiyor halk arasında.

Hayaller CEO olmak, gerçekler güvencesiz işçilik

Üniversite yıllarında iş insanı rolü yapmak bazılarınıza çok havalı gelebilir. Fakat iş dünyası o kadar havalı değil. Köpek köpeği yiyor. Şartlar, hizmet sektörünün hızlı yükseldiği doksanlı yıllarda daha iyiydi belki. O dönem İİBF’nin başarı sıralamaları da daha yüksekti. Ama artık plazalarda yeni alımlar, rotasyon ve ücret artışları yavaşladı. Türkiye’de eğitim primi, yani diplomanın maddi kıymeti de giderek azalıyor. Plansızlık, hesapsızlık ve kitapsızlığın bir sonucu olarak üniversitelerde ihtiyaç fazlası kontenjanlar, emek piyasasında da niteliksiz işler var. Kısacası İİBF’ler diplomalı işsizlikten başka bir şey üretmiyor.

Siz işletme mezunu olup CEO olacağınızı zannederken kendinizi, eğer iş bulacak kadar şanslıysanız, 77 katlı yekpare camdan plazaların “cubicle” denen bölme ofislerinde, David Graeber’ın tabiriyle, “bullshit” işler yapan güvencesiz bir beyaz yakalı olarak bulacaksınız. Plaza hayatını daha yaşanabilir kılmak için masanızda garip bitkiler yetiştirip, karşıya çocuğunuzun ilkokulda çizdiği resimleri asıp, çekmecenizde barlardan arakladığınız bardak altlıklarını falan biriktirerek bir cezaevi draması yaratacaksınız.

Okurken bile midenizi yakan “sade poğaça ve Dimes vişne” story’si attığınız pazartesi sendromunu, kendi kendinize çiçek gönderdiğiniz salı depresyonu; salı depresyonunu, şirketin küçülmeye gideceği dedikodusunun yayıldığı çarşamba paranoyası, çarşamba paranoyasını da hayrına mesaiye kaldığınız perşembe yorgunluğu izleyecek. Cuma zaten mübarek gün, nam-ı diğer altı günün sultanı... Bu döngüye alıştığınız noktada bu sefer “burn out” sendromuna yakalanacaksınız.

Hayatınızı kariyerizm ve tüketim kültürü ile anlamlandırmaya çalışacaksınız. Din, yoksul ve eğitimsiz kitleleri isyan etmeden 2 bin 300 liraya çalıştırmak için işlevsel olabilir. Ama siz bu tezgâha düşecek kadar “cahil” olmadığınızdan daha modern, daha otantik, daha bireysel ve daha özel inanışların peşinde koşacaksınız… Yoga, pilates, reiki, nefes eğitimi, kişisel gelişim, mindfullness, spiritüel terapi, falcılar, medyumlar falan derken hayatınızın tam bir “shit show” haline geldiğini fark edecek ve öğle yemeğinde “Kız ciddiyim bak ne var ne yok satalım, Alaçatı’da bir butik otel açalım” muhabbeti çevirip küçük bir sahil kasabasına yerleşmenin hayalini kurmaya başlayacaksınız. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bu hayalinizin peşinde koşarken o psikolog senin bu yaşam koçu benim debelenip duracaksınız. Ya da bu düzeni yıkmak için örgütlü mücadele edeceksiniz…