Sinema tarihine yön veren Yeni Dalga akımı yönetmenlerinden Jean-Luc Godard, 91 yaşında hayatını kaybetti. Onun için sinema işçi sınıfının, ezilenlerin, ötekilerin sözünü aktaran, mağdurun sesini duyuran bir sanattı.

Bir devrin sonu
Fotoğraflar: IMDb

Murat TIRPAN

1968 yılının Cannes Film Festivali ünlü Victor Fleming’in meşhur Rüzgar Gibi Geçti’sinin restore edilmiş versiyonuyla başlamıştı. Festivalde her zamanki gibi birçok gösterişli film gösterilecekti. Gösterilecekti ama gösterilemedi, festival iptal edildi. Çünkü o zamanlar otuz sekiz yaşında olan yönetmen Jean Luc Godard ve arkadaşları festivali basarak kalabalığa 68 olayları nedeniyle iptal edilmesi gerektiğini söyleyen bir bildiri okudular. Godard yaptığı konuşmada “Burada bugün öğrencilerin ya da işçilerin sorunlarını anlatan tek bir film yok. Forman’ın, benim, Polanski’nin ya da Truffaut’nun böyle bir filmi yok. Biz geride kaldık. Öğrenci dostlarımızın bir hafta önce kafaları kırıldı, bize bu şekilde örnek oldular” diyordu. Aksini söyleyip sinemayı, gösterimleri savunanlara da şu sarsıcı cevabı veriyordu hemen: “Ben size öğrenciler ve işçilerle dayanışma diyorum, siz bana kamera açıları ve yakın çekimden bahsediyorsunuz!”

Ezilenlerle dayanışmak gerektiğinde film gösterimlerinin ne anlamı vardır ki? Bu sözleri söyledikten elli dört yıl ve sayısız film sonra, 91 yaşında kaybettiğimiz büyük usta sadece bir yönetmen değil tabiri caizse sinemanın ta kendisiydi. Ve onun için sinema işçi sınıfının, ezilenlerin, ötekilerin sözünü aktaran, görünmeyeni göstermesi gereken, madunun sesini duyuran bir sanattı.

KARŞI SİNEMA ANLAYIŞI

Sinemaya merak salanlar için Godard’la tanıştıkları an çoğunlukla bu alanın bir eğlence değil sanat olduğunu anladıkları andır. Sinemanın sadece hoş vakit geçirmeyle, değil daha çok "düşündürme"yle ilgili olduğunu fark ettikleri o sarsıcı andır. Benim de öyledir. Zaten kariyerine baktığımızda işe eleştirmen Andre Bazin’in himayesinde yakın arkadaşı Truffaut ve diğerleriyle ünlü sinema dergisi Cahiers du Cinéma’da eleştirmenlik yaparak başladığını görürsünüz. Bütün bu yazılardan ve daha sonra Yeni Dalga dediğimiz akımı oluşturacak entelektüel sohbetlerden Peter Wollen’in “karşı sinema” dediği bir anlayış ortaya çıkmıştır. Godard bildiğimiz (bize anlatılan) sinemanın karşısındadır.

Bu karşı sinemanın temel gayesi Godard’ın unutulmaz sözlerinde kendini özetler: "Politik filmler değil, politik yöntemle filmler yapmalıyız." Gerçekten de yönetmen tüm kariyerinde sinemanın doğrudan/propagandist bir şekilde politik olmasından çok sinema yapma yönteminin, biçiminin politikleştirilmesi niyetiyle ürettiğini görebiliriz. Bu niyet elbette özellikle ilk döneminde fazlasıyla Brechtiyen işler de ortaya çıkarır. Bu Brechtiyen biçimi de içeren filmleri giderek daha karmaşık, daha entelektüel, daha parçalı ve deneysel hale gelecektir. 1960 yılında çektiği ve Yeni Dalga’yı başlatan, sinema tarihinin en önemli filmlerinden Serseri Âşıklar’ı kısa süre sonra geride bırakır Godard, daha radikal ve anlaşılması zor filmler üretmeye başlar. Godard’ın filmleri açık uçlu, yabancılaşma öğeleri taşıyan, çoklu anlatıma sahip, kurmacadan çok gerçeğe odaklı ve klasik anlatıdan uzak bir yapıdadır.

Serseri Aşıklar (À Bout de Souffle)Serseri Aşıklar (À Bout de Souffle)

Örneğin Godard filmlerinde sık sık oyuncu kameraya, bize bakar. Hayatını Yaşamak’taki karakter Nana’nın başka bir karakterle konuşurken bize bakması ve tüm anlatı anında alt üst olması örneğindeki gibi. Onun filmleri bizimle konuşur, birer film olduklarını ve onlar üzerine düşünmemizi söylerler. Her şey Yolunda filmi Godard’ın filmde çalışan karakterlere birer çek yazmasıyla başlar ve en sonunda kendi ücretini imzaladığında şaşırır kalırız. Tıpkı filmler içerisinde filmin kendisini çeken kameraları gördüğümüzde yaptığımız gibi. Evet, bir Godard filmini anlamak zordur (sinema öğrencileri bile zorlanırlar) ancak tüm bu düşünsel müdahaleler sonunda sizi değiştirirler, sinemadan değişerek çıkan bir seyirciye dönüşürsünüz.

Yönetmenin uzun kariyeri toplumsal değişimlerle beraber değişmiştir, her döneminde aynı minval üzere ama farklı pratiklerle karşılaşırız. Örneğin 1970’lerde çok sevdiği Rus sinemacı Dziga Vertov’un adını verdiği bir grup kurarak deneysel belgeseller üretmeye başlar Godard. Bu döneme ait Doğu Rüzgarı filminde açıkça görebileceğimiz gibi doğrudan ve cesur eleştirilerdir bu filmler. Sola, Hollywood’a, burjuvaziye ve birçok yönetmene eleştiri yağmuruyla doludur Doğu Rüzgarı.

MÜCADELECİ MİRAS

Eleştiri demişken, Godard zaten sözünü hiç sakınan bir yönetmen değildi, hatırlarsak doksanlarda Spielberg’in Shindler’in Listesi gibi bir filmini beğenmediğini bile söylemişti, Holokost’un yeniden yaratılarak temsil edilemeyeceğini üzerine konuşulamayacak olanı konuşamayacağımızı vurgulamıştı bize. Bu tür bir hikâye anlatacaksak da yöntemimiz politik olmalıydı çünkü. 2000’lerde ise canlı yayınlara katılıp filmlerin özgürce indirilebilmelerinden yana olduğunu söylüyordu. Bu miras, Godard’ın bu müdahaleci mirası çok önemlidir. Onun bize bıraktığı içerik ve teknik açıdan sayısız özgünlük barındıran sinema yapma şekli, bu eylemci tavır birçok sinemacıyı etkilemiştir ve etkilemeye devam edecektir. Sinemacının toplumsal bir sorumluluğu olduğunu söyleyen bu tavrı hatırlamak, inatla anlatıya sırtımızı dayadığımız bu "dijital platform" çağında çok daha önemlidir.

Burada onun önemli filmlerini saymaya kalkmadım dikkat ederseniz; önemliyi ayırmak Godard söz konusu olduğunda çok zordur çünkü. Çok fazla film üretti büyük usta ve ömrünün son yıllarında yaptığı fazlasıyla kapalı ve “zor” filmlerinde bile çok şey öğretti bizlere, zamanında Cannes’ı basarak destek olduğu sinema öğrencilerine. Bir kaydırmanın ne kadar “entelektüel”, bir kesmenin ideolojik, kameranın durduğu yerin politik olabileceğini, “katharsis”in zavallılığını, sinemanın bir imkân olduğunu ondan öğrendik. Tıpkı serseriliği, cinselliği ve aşkı öğrendiğimiz gibi.