Şöyle olsun istiyorum. Siz çıkın, biz dönelim, büyük bir masa kurulsun kırlık bir yerde, beyaz masa örtülü. Bir bahar günü olsun. Herkes en güzel giysilerini giysin ve bir orkestra sadece neşeli şarkılar çalsın.

Bir dilim daha mozaik pasta alır mısınız?
İllustrasyon: Fahrettin Engin Erdoğan

Ece TEMELKURAN

Sevgili hepiniz,

‘İçeriye’ yazmak zor. Dışarıda olmanın utancı insanın dilini bağlıyor. Sonra kendi utancını yaşanan dertten daha çok önemseyip sessizleşmek ikinci bir kat utanç örtüyor insanın aklına. Giderek daha çok kekelediği için söyleyeceği laftan vazgeçen biri gibi böylece kalıyorum, bir dertli dudak bükülmesiyle. Bu mektup, o bükük dudağı söze dökme çabası. Sanki benim meselelerime ihtiyacınız varmış gibi…

Unutmuyorum hiç, Eren Keskin, günün birinde “Yatacaksak yatarız. İçeride de bir hayat var” demişti. Hapsedilmeye karşı hayatı tutulacak son yerinden tutup böyle sarmaşıklamak, zamandan hayat yapmak inadı büyülemişti beni. Hâlâ da ne zaman birinizden biri rüyama girse, ki sıklıkla giriyorsunuz, diyorum ki “İçeride de bir hayat var.” Ama sonra hemen “Nasıllar acaba?” Osman’ı en çok Ağva’da görüyorum, Çiğdem’i Harbiye’de, Mine’yi Diyarbakır Sanat Merkezi’nde… Rüyalara girince hepiniz kendi yerinizde. Kötü şeyler olunca değil, güzel şeyler olunca aklıma geliyorsunuz. Soğuk biranın ilk yudumunda ve sabah ilk sigarada. Çiğdem için kaç kişiye verdim o cevabı bilmiyorum. “Neden geri gitmiş?” diye sordular epey. “Kurbana öfke” gibi değil de derin bir kahroluşla. “İnsan gider,” diyorum hep. “İnsan o kadar da kötü olamaz diye inanmak ister. Orası bizim evimiz sonuçta.” Amerikalı şair Robert Frost “Ev, kapısına gittiğimizde bizi kabul etmek zorunda oldukları yerdir” diye yazmıştı. Ama bizim gibiler için sanırım daha çok bizi içeri kabul ettikten sonra ayrılmamıza izin vermedikleri bir yer ev. Kabul ettiklerinde akıllarına bizi esir almaktan başka şey gelmeyen yer. Gidip geldiğimiz, canımız isteyince kaldığımız, istediğimiz gibi ferah feza kaldığımız bir evimiz olacak mı acaba?

Dün doğum günündü Çiğdem. Uzakta, çok uzakta senin için bir mozaik pasta yaptım. 80’lerde pek meşhurdu bu pasta. 12 Mart’ın sonra da 12 Eylül’ün ülkemize bir hediyesi sanırım. Çünkü mozaik pasta hapishanede yapılabilen tek pasta idi uzun süre. Sanırım hâlâ öyle. Hapishane fotoğraflarında hep merkezi bir yerde dururdu o küçücük donuk pasta. Siz de yaptınız mı Mücella ile? Biz niye bu kahrolası pastayı yemek zorundayız Çiğdem? Vera bu pastanın tadını neden bilmek zorunda?

Dün aynı zamanda Tayfun’un kızı Vera’nın doğum günüydü. Öyle görünüyor ki bir dilim mozaik pasta da ona. Böylece artık Vera Hanım da eklendi bizim hikâyemize. Ona ne zaman söyleyeceğiz tarihi gerçekliğimizi? Memleketimizin, ustalaşmış bir merhametsizlikle, kendini en çok seven çocuklarının canına kastetmek gibi bir geleneği olduğunu? Söyleyecek miyiz ya da? Yoksa o büyümeden bu devran döner mi? O da benim gibi mozaik pastayı garip bir acı duyarak mı sever yoksa?
Mine’nin annesi Halide Hanım da -tesadüf bu ya- aynı gün doğmuş sizinle. Bir dilim mozaik de ona. Bu, üçü bir yapılan bir kutlama. Şimdi sırf kendimi teselli etmek için Sırrı’nın bir zamanlar söylediği şey geliyor aklıma, “İçeride çok gırgır yapılır.” Hepinizi bir küçük pastanın etrafında halimize gülerken hayal ediyorum. En akıllı şakaları yaparak ayrılıkların acısına pansuman yaptığınızı, gülmekten gözlerinizden yaş geldiğini… Biz niye hep şaka yaparak direnmek zorundayız arkadaşlar? Bize çektirdikleri kadar şaka şaka şaka… Böyle zor zamanların tek silahı buzdan kılıcı olan kahkahalarımızı da ben de şimdi bu acıklı mektupla eritiyor muyum acaba? Allah beni kahretsin mi? Kahretsin bence.

Çalınan zaman… En çok bunu düşünüyorum. Hepimiz için. Milyonlarca insan için. Pekâlâ, en çok Osman, Selahattin ve sizler için. Sırf bu çalınmış zaman hırsıyla çocukça bir inat icat ettim son zamanlarda; yaşlanmamaya çalışıyorum. Sanki yüzüme yeterince krem sürersem zamanı bizden çalamayacaklar. Aptallık işte. Çaresizlik mi demeli yoksa? Çünkü şöyle olsun istiyorum. Biz dönelim, siz çıkın, hepimiz eskisi gibi itiş-kakış olalım, bu düzenin kurulmasını yıllar boyunca aptalca bir iyimserlikle izlemiş olanların hepsi fena halde ihtiyarlamış olsun. “Aaa,” desinler bize, “Ama siz hiç değişmemişsiniz.” Çalınan yıllar yaşanmamış sayılsın. Adaletsizlik akla sığmayacak ebatlara varınca insan böyle saçmalıyor işte.

Şöyle olsun istiyorum. Siz çıkın, biz dönelim, büyük bir masa kurulsun kırlık bir yerde, beyaz masa örtülü. Bir bahar günü olsun. Herkes en güzel giysilerini giysin ve bir orkestra sadece neşeli şarkılar çalsın. Bildiğimizi bile bilmediğimiz o eski pop şarkılarından. Her gören birbirine çapaksız sarılsın. Çapaksız olsun her şey. Yensin içilsin, gülünsün, hikâyeler anlatılsın, hep gülünsün. Sonra, hiç kimse beklemezken ortaya küçük bir mozaik pasta gelsin. Bir sessizlik olsun ve aramızdan biri ilk kahkahayı atsın. Ardından başkası. Derken kahkaha elden ele ve yerlere yıkılalım gülmekten. Biz güldükçe çıksın içimizden bütün bu korkunç yıllar, kaçırılan onca şey, becerilemeyen mektuplar, yapılmamış hesaplaşmalar, şüpheler, kırgınlıklar, her şey işte, aksın gitsin. Mozaik pastayı kimse yemesin. O pasta masanın ortasında artık unuttuğumuz bir tarih lekesi gibi kalsın, erisin.

Hepinize tek tek sarılıyorum. Birbirinizi öpün benim için.