Bir şairin romana sokulması demek şiirin de romanda derinden soluk alması demektir. Riskleri yanında olanakları da barındırır. Atilla, bence Mori’de şairliği olanağa dönüştürmüş

Bir doğu rüyası: Mori

HAKAN KEYSAN

Dicle, Mori ve Özlem’in ölümle noktalanan kucaklaşması, trajik bir buluşma anını simgeliyor. Yaşamda doludizgin kucaklaşamamış ve her daim eksikli bir hayatın ıssızlığına gömülmüş duyguların sarmalında keyi e okuyoruz Mori adlı romanı.

Hüzünle biten güzel insanların vedasında sonsuz mutluluğa ulaşmak, adeta bir mit gibi işleniyor. Doğunun bu mistik ve acıyla bezeli düşleri, her daim gündelik hayatın hüzünlü bir yansıması olmuştur. Düşlerini erken terk eden çocukluğun erken büyük olarak yaşam bulduğu bu coğrafyada iyi ile kötü arasında çok ince bir çizgi çizilir. İyi ile kötünün üzerinde hükümranlığını sürdüren gelenekler kadar iktidarların da ağır basıncı, doğunun mistik düşlerinin yaşamsal olmasına olanak tanımaz. Devlet (Politika) ve töre arasında sıkışan yaşam, doğu coğrafyasını antropolojik bir ezilmişliğin evine dönüştürür. Bu ezilmişliğin sosyolojisi, bireyde korkunç psikolojik boşluklar ve savrulmalar yaratarak kişiyi hep bir seçenek etrafında tutar. Hayatta kalıp yaşayabilmek dürtüsüyle biçim bulan bu ağır psikolojik ortamda terörist olmakla yurttaşlık kültü arasında çok ince bir çizgi oluşur. Kimin hangi seçeneği seçeceği konusunda pek de tercih şansı bulunmaz aslında. Her iki seçenek de ezilmişliğin sokaklarına geniş kapı aralayan bir savrulmadır çünkü. Her iki seçenek de doğunun mistisizminin çoğunlukla acıyla buluşmasının ortak adresidir.

İnsan hazineleri

Bir roman olarak Mori, sadece şairin dilinin olanaklarını kucaklayan bir anlatımın değil; doğunun renkleriyle süslü bir dilin bahçesinden okuruna ulaşmış. Morî bizi insani ilişkilerin, insancıl değerlerin ve tatlı sert iklimin çırılçıplak soluk aldığı bir coğrafyada yaşayan insan hazineleriyle tanıştırıyor. Yaşadığımız kentlerin kaosundan uzaklaşıp romanın mekânıyla serinlediğimiz bambaşka bir iklime uzanıyoruz.

Ülkemizde çok zamandır sosyal ve kültürel kodlara, halkların ve kimliklerin özgürce yaşam alanı bulmasına imkân verilmiyor. İnsanda cisimleşen yaşam tarzlarına, kendi özgün doğası içerisinden bakarak bir algılayış edinemiyoruz. Kendi baskın kimliğimizden hareket eden idrak kanallarımız, merhamet duygumuz üzerinde acınası bir faşizm barındırıyor ve oraya ait bir dille sesleniyoruz.

Halklar mezarlığı

Kitleye dayatılan politik argümanların güdük dünyasında ötekileştirilen ve yok sayılan kimlikler giderek ülkemizde bir halklar mezarlığına yol açıyor. Önyargılarımızın arka sayfası, oysa bambaşka bir iklimin cümbüşüyle şekil buluyor. Halâ suyunu, toprağını ve havasını yaşam biçiminde özümseyen doğu coğrafyasının sımsıcak değerleri, modernizmle henüz tam anlamıyla kirletilememiş. Batı kültürünün hegemonyası, nicedir kendine benzemeyen kültürlerin bahçesini talan etme telaşıyla kıvranıp durmakta. İnsan; önyargılar, bürokrasi ve politika arasındaki cenderede var olmaya çabalarken hayatlar farklı bir yaşam formatının basıncına doğru ilerliyor. Doğadan ve nitelikten ayrışarak baskın bir faşizmin egosuna dönüşüyor

Kimsesizliğinde yaşamak

Mori öznelinde yaşam bulan bu uzak insanların gündelik yaşamı, ilişkileri, diyalogları, fikirleri roman geneli boyunca şiirsel ve bir o kadar da doğal anlatımın zenginliğiyle sunuluyor. Siyasete ve slogana bulaşmadan, yer yer bazı didaktik-politik ifadeler anlatımı devralsa da okuru politize etmeden ve sıkmadan ilerleyen hikâye örgüsünü keyifle okuyoruz. “Şubat soğukları henüz bitmemiş, mart ayından da ödünç günler istemişti. Her yerde, herkeste kışın yorgunluğu yüzlerde kendini bezginlik olarak gösteriyordu. Tabiatın ruh hali de insanlarınkinden farklı değildi. Kar, yağmur, fırtına, ayaz ağaçların kollarını kırıyor, kırılmaktan kurtulan da sarkık bir vaziyette kimsesizliğinde yaşıyordu…”

Ölüm doğunun mutlak kaderi haline gelmiş uzun yıllardır. Romanın sonu da böyle bitiyor. Hiç ölümleri diyorum ben buna. Ölüm duygusu doğuda tüten hemen her bacanın altında bir kader olarak hüküm sürer adeta. Ölüm doğuya gelin verilmiş gibidir. Ö esini bastırabilenler yurttaş, bastıramayanlar terörist ya asıyla buluşturulur hemen. Kendi dilini köyünde gizli gizli konuşan bir halkın rüyaları bile kaçaktır artık. Bürokrasi kılığında kendi örgüsü sarmalında soluk alan şiddet, coğrafyanın da duygusu haline gelmiştir. Heybetli kayaları, coşkun akan ırmakları, sert ve ağır kış şartları da can alır buralarda. En çok, ölüm vermeye alışkın bir doğunun gövdesinde için için yanıp duran yara, insanlarındaki merhamet duygusunun da acıyla ve şiddetle somutlaşmasına yol açıyor. Sevgi de düşmanlık da bir tür yara gibi yaşanıyor artık. Neşenin kolları daralırken acı evrensel bir iklimin hovarda zamanlarıyla bezenir. Mori’nin kuyusunda nice çocukların düşleri, yaşamı eksik kurgulanmış bir haritanın sancısıyla sürekli daha derine doğru kanar. Fatma Ana bu kuyunun üzerini betonla kapattırsa da bu kuyu imgesel düzlemde bütün bir coğrafyayı içine alarak, herkesi yutan bir canavara dönüştürüyor. Çocuk düşlerine kapı aralayamadan, vakitsiz bitiveren nice yaşamların izinde…

O çukur ki, kapatılsa da kapanmayan iyileşmeyen bir yaradır ora’da… Doğunun mistik dili Basit olanı bazen aktarabilmek zor bir iştir. Atilla bu romanın genelinde basit yaşamları gerçekten ustalıklı bir hikâye örgüsüyle birleştirmiş. Kesişmeler, kırılmalar ve ilişkiler roman boyunca hareket halinde ilerliyor. Mekân geçişleri, olay örgüsü ve diyaloglar okuru sıkmıyor. Düzyazının olanakları kısıtlı ama anlatımı kolaydır. Olay örgüsü ve akış deneyimi güçlü olmalı bu yüzden. Şiir gibi imgesel bir dilin zenginliğiyle her satırda vurucu sözlere kanat açamazsınız. En önemlisi yazıyı eksiltemezsiniz. Ama anlatımı basitleştirerek okuru da sıkmayan bir dil kullanmalısınız. Yazar, anlatımı genişlettikçe olaylar ve ilişkiler zincirine de sağlam halkalar iliştiriyor. Romana dahil olan kişiler ilerleyen boyutta kaderin bir oyunu olarak değil, yazarın bilinçli dokunuşlarıyla örtüşerek romana ilişkileniyor. Yeni hikâyelere sokuluyor ve doğunun mistik dili ve gelenekleriyle buluşuyoruz. Roman kahramanlarının ilişkileri içimize bir serinlik ve ferahlık da katıyor.

Şiirden bakan bir göz

başlıyor zaten. Kitabın arka yazısında da çocukluğa, toprakla biçim alan yaralarımıza ve büyümenin ikliminde yeşeren alışkanlıklara dair kısa bir tanıtım var. “Mori, çocukluk kuyusunda biriktirdikleriyle çıktığı yolculuklarına, hışt hışt’lara duyarsız kalamaz. Onun bu yolculuklarına eşlik ederken bizler de kendimizi, çocukluk kuyumuzun başında buluveririz.”

buluveririz.” Romanı okurken anlatımın gücü kadar basitçe söylenivermesine de hayran kalıyorsunuz. Ben şiirden bakan bir göz ve roman yazarını da bir şair olarak bilmenin algısıyla okuyor olabilirim. Bir şairin romana sokulması demek şiirin de romanda derinden soluk alması demektir. Riskleri yanında olanakları da barındırır. Atilla, bence Mori’de şairliği olanağa dönüştürmüş. Roman sıkmadan ve keyifle okutuyor kendini.

bir-dogu-ruyasi-mori-529263-1.

Atilla Yarşin