Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Hani, “Bir dokun bin ah dinle kâse-i fağfurdan” derler ya, tam da öyle oldu. Şükran Soner’in Türkçesiyle ilgili küçük bir değini yazdık, okurlardan geribildirimler yağmaya başladı!

Oysa ilk eleştirimiz değildi o yazı. Geçmişte de defalarca değinmiştik anlatım ve yazım yanlışlarına. Ama uyarılara pek aldırdığı yok onun. Siz ne derseniz deyin, bildiği gibi yazmayı sürdürüyor yine. Ne ki okurlar bu duruma çok tepkili...

Geçen haftaki yazımız üzerine gelen iletilerden birinde şöyle deniyordu:

“Şükran Soner’i anlama konusunda benim de zorluklarım var. Bu konuda yalnız olmadığımı bir dil ustasından duyunca rahatladım.”

Bu kadarla kalsa iyi. Eleştirilerime sevinip “Oh, canıma değsin!” diyenler de oldu; Şükran Hanım’ın köşeyazarlığını bırakması gerektiğini söyleyenler de… Demek ki çok bunaltmış okurlarını.

BirGün’de 23 Mayıs’ta çıkmıştı yazımız. “Olmaz ki, böyle de yapılmaz ki” diyerek eleştirmiştik kimi tümcelerini. Ertesi gün, yani yazımızın daha mürekkebi kurumadan, Cumhuriyet’teki köşesinde yine anlaşılmaz bir yazıya imza arttı! Neyse ki yanıt bir Cumhuriyet okurundan geldi de benim bu konuda bir şey söylememe gerek kalmadı.

Görele’den yazan Özcan Temel, bakın neler söylemiş Şükran Soner’in bu yazısı için:

“24 Mayıs tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Şükran Soner’in ‘Saray’ın, bankacılığa sırtımızdan kazanç kıyağı’ başlıklı yazısı dil yanlışları ile değil dil yaralarıyla dolu... Bir dili, anlı şanlı yazar eliyle ancak böyle vurup yaralayabilirsiniz! Başlıkta başlıyor sakatlık. Yazıda geçen bir bölüm şöyle:

‘Ne ilginçtir ki Ecevit, hükümetinin düşürülmesinden sonrasında, iyleşmesi ile sabit olduğu üzere, ilaçlarla ağır hasta konumuna düşürülmüşken bile, Erdoğan liderliğinde hazırlanan kurulacak hükümetin o tarihlerde ittifak yapmayı seçtiği Fethullah Gülen ittifakı ile, Amerika’nın çok sayıda Güneydoğu’da yeni üsler kurması, işgali Kuzey’den de kolaycı yürütmesi üzerinden verilen ‘tezkere’ sözü üzerinden kurgulanan senaryo yürürlüğe sokulmuştu.’

Bu ne karışık, karmaşık, özensiz bir anlatım! Bu dil insana saç baş yoldurur. Üniversite sınavına hazırlanan gençler, metinler üzerinde anlam ve anlatım bozukluğu ile ilgili çalışma yapacaklarsa bundan daha iyisini bulamazlar. Türkçeyi kavrayamamış, dilinin tadına varamamış bir yazar ne yazarsa yazsın, isterse ağzıyla kuş tutsun, benim gözümde bir değer taşımaz. Şükran Soner’in Türkçe bilgisinden yoksun yazıları Cumhuriyet gazetesine yakışmıyor artık!”

Şükran Soner’in böyle eleştirilmesine inanın çok üzülüyorum. Çünkü mesleğe yıllarını vermiş kıdemli bir basın emekçisidir. Yaşamı boyunca da hep emekten ve emekçiden yana olmuştur. Ama demek ki her şeyin bir sonu var. Bırakmasını da bilmek gerekiyor. Çünkü böyle gitmiyor…

HAFTANIN NOTU

“Proleter Şoför”ün Gezi’den tutuklu kızı…

1960’lı yılların Türkiye İşçi Partisi ne güzel bir çatıydı! Toplumun tüm renkleri o çatının altında toplanmıştı. “Bin çiçekli bir bahçe”deydik sanki!

Emekçi sınıf ve katmanların buluştuğu çok büyük bir aile idik. İşçiler, yoksul köylüler, küçük esnaf, kamu çalışanları, sendikacılar, öğretmenler, aydınlar, sanatçılar, öğrenciler vardı o çatının altında. Her soydan, her inanç öbeğinden insanlarla bir aradaydık. Tüm kimliklerle kardeştik. “İmam Naci”miz (Naci Eren) vardı örneğin. “Kaloriferci Abbas”ımız (Abbas Uğurlu) vardı. Köylü önderimiz, sosyalist muhtarımız Fevzi Kavuk’umuz vardı. Antepli “Azap Ali’nin oğlu Hamdoş”umuz (Hamdi Doğan) ve “Kürt Reşit”imiz (Reşit Güçkıran) vardı. “Din farkı bilmeyiz, dil farkı bilmeyiz / Sanki doğduk bir anadan” dediğimiz günlerdeydik…

bir-dokun-bin-ah-dinle-1021965-1.

O yıllarda TİP çatısı altında sosyalist savaşıma katılan halk kahramanlarından biri de “Proleter Şoför” olarak tanıdığımız Yalkın Özerden idi. Eşi Halide’yle gittiği Almanya’da Ford fabrikasında işçi olarak çalışmış, sosyalizmle orada tanışmıştı. 1960’ların ikinci yarısında eşiyle yurda döndüklerinde TİP üyesiydiler.

Yalkın arkadaş, yurtdışındaki birikimiyle bir minibüs almış ve İstanbul’da, Kadıköy-Pendik arasında dolmuşçuluğa başlamıştı. Ama onu öteki dolmuşçulardan ayıran bir özelliği vardı: Minibüsünün arkasına arabesk sözler yerine “PROLETER” diye yazdırmıştı. Bu yüzden başına gelmedik şey kalmadı. Sürekli karakola götürüldü, gözaltına alındı, tehdit edildi; sakıncalı sayılan o sözcüğü arabasından kaldırması istendi. Ama o tüm baskılara direnerek “Proleter”den vazgeçmedi…

Yalkın Özerden’in bu direnişi artık gazetelerde haber olmaya başlamıştı. Yaşar Kemal de Doğan Özgüden yönetimindeki haftalık ANT dergisinde onunla bir röportaj yaptı. 15 Ağustos 1967 tarihli dergide yayımlanan o röportajda, “Proleter Şoför”ün ailesi şöyle anlatılıyordu:

Halide’nin kara gözleri sevgi, dostluk, inanmışlık doluydu. İçeride üç yaşında güzel mi güzel bir kız çocuğu mutlu, hiçbir şeyden habersiz uyuyordu. Ve bu gencecik proleter ana baba, şu çocuk kadar tertemiz, şu çocuk kadar saf ve güzeldi.”

Yaşar Kemal’in, “üç yaşında güzel mi güzel bir kız” diye anlattığı o çocuk, şimdi Gezi davasından 18 yıla mahkûm edilerek Bakırköy Kadın Cezaevi’ne gönderilen 54 yaşındaki Mine Özerden’den başkası değildi.

Mine Hanım, hafta sonunda “proleter” babasını yitirdi. Büyük bir acıydı onun için. İstanbul’daki cenaze törenine jandarma kuşatması altında katılabildi. Dostlarının başsağlığı dileklerini kabul etmesine bile izin verilmedi! Tıpkı karar duruşmasının ardından cezaevine gönderilirken sevdikleriyle vedalaşmasına izin verilmediği gibi… Üzüntülü Halide Anne’sini avutmak için “Elbet bugünler de geçecek” diyebildi yalnızca.

Elbet geçecek, zulüm bitecek ve bugünlerden geriye, devrimci dayanışmanın güzelliği ile direnenlerin onurlu adları kalacak...