Bu karanlık tablodan çıkış mümkün müdür? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz ki ‘evet’tir. Bütün bu baskılara karşın toplumun çok büyük bir bölümü siyasal İslam’ın dayattığı rejim koşullarında yaşamayı reddetmektedir. Gezi’nin açtığı yol anlık bir başarı getirmemiş olsa da; 7 Haziran seçimleri, Hayır kampanyası gibi biçimler altında yeniden yeniden kendini ortaya koymaktadır

Bir dönemi kapatmak

Türkiye kritik bir süreçten geçiyor. Düzenin içine sürüklendiği krizin 2016 referandumuyla beraber “başkanlık sistemi” yoluyla aşılmaya çalışılması bu kritik süreçte ortaya çıkan gerilimlerin en önemli kaynağı durumunda. On beş yıldır adım adım inşa edilen “siyasal İslamcı” düzen önümüzdeki süreçte şu ya da bu yolla iktidarını korumayı başaracak; ya da büyük bir yenilgiyle karşılaşacak.

Bu sonuçlardan hangisinin gerçekleşeceği bir dolu faktöre bağlı görünüyor. Dünya konjonktüründeki gel- gitler, Ortadoğu bölgesindeki gelişmeler, ekonomik kriz dinamikleri süreçte etkili olacak. Ancak hiçbir dış dinamik toplumsal/siyasal olayların belirleyicisi olamaz. Bu nedenle her geçen gün yönetememe krizini bünyesinde taşıyan AKP ve onun politikalarına karşı çıkan muhalefetin nasıl bir stratejiyle hareket edecekleri son derece belirleyici olacaktır.

7 Haziran seçimlerinde büyük bir oy kaybı yaşayan AKP iktidardan düşeceği korkusunu iliklerine kadar hissetti. O günden bugüne uzanan yeni bir ittifak siyasetiyle hareket ederek iktidarını korumaya yöneldi. “Askeri vesayetten kurtulma”, liberallerle ittifak temelinde “çözüm süreci”, AB kriterlerine uyum gibi temel politikalar bütünüyle bir kenara bırakılarak bir “beka sorunu” olduğu gerekçesiyle açık baskıcı bir siyaset geliştirildi.

Artık iktidarda tek adam tarafından temsil edilen; siyasal olarak AKP, MHP ve BBP koalisyonunun; ideolojik olarak Türk-İslam sentezinin; devlet nezdinde “derin devlet”le AKP’nin özdeşleştiği bir yönetim tarzının olduğu apaçık bir gerçekliktir. Bu tür bir “iktidar bloğu”, iktidarını, meşrebine son derece uygun bir şekilde sürdürmeye çalışıyor. Tamamen devre dışı bırakılan bir parlamento, şiddetle bastırılan sokak muhalefeti, KHK’lerle sürdürlen bir OHAL rejimi...

Bu baskı rejiminin meşrulaştırılması ise bir dönem iktidarı birlikte paylaştıkları F. Gülen hareketinin gerçekleştirmeye çalıştığı alçakça bir darbe girişimi üzerinden yapılmaya çalışılıyor. FETÖ’cülerin FETÖ’cüleri FETÖ’cülükten yargıladığı trajikomik bir duruma ömrünü Gülen Cemaati’ne karşı mücadeleyle geçirmiş insanların FETÖ’cülükten yargılanmaları eşlik ediyor. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin bir ABD senaryosu olduğu, amaçlananın bir işgal ortamı yaratmak olduğu yandaş medyanın üstünde kalem oynattığı en önemli noktalardan biri olarak tekrar ediliyor. ‘İktidar bloku’nun “ideolojik yapıştırıcısı” olarak kullanılan Batı ve özelinde ABD karşıtlığının bir “anti-emperyalizm” olarak sunulması da cabası. AKP-MHP-BBP vb.lerinin; Özel Harp Dairesi, MİT gibi varlığını ABD’ye borçlu olan kuruluşların “anti – emperyalizm”le anılması tarihin bir cilvesi olsa gerek.
“Beka sorunu” üzerinden kurulan ittifakın gerçeği ise; yürüttükleri iç ve dış politikanın iflas etmesidir. İktidarlarını korumanın tek yolu olarak içte ve dışta düşmanlar yaratarak bir korku rejimini sürdürebilme becerileridir. Tarihin rutin akışının kesintiye uğradığı büyük kriz dönemlerinde gerçekten de bir ulusun varlığını sürüdürüp sürdüremeyeceği temel bir sorun haline dönüşebilir. Bu tür bir krize dayanamayıp dağılan ya da büyük yıkımlara uğrayan ulusların varlığı 19. ve 20. yüzyılın önemli bir gerçeğidir. Çok yakın bir tarihsel zaman aralığında; Kafkaslar’da, Balkanlar’da ya da Ortadoğu’da yaşanan altüst oluşlar, devrilen iktidarlar bölünen ülkeler ortadadır.

Türkiye’nin yakın geçmişi de benzer dönüm noktalarının yaşandığı yıllara tanıklık etmiştir. Örneğin Birinci Büyük Paylaşım Savaşı yıllarında İmparatorluğun yıkıntıları arasında varlığını kuran ve koruyan Cumhuriyet dönemi bir “beka” sorunudur. Kurtuluş Savaşını yürüten kadrolar bu ölüm kalım savaşını bir iç demokrasiyle karşılamışlar, kongrelere, meclise dayanan bir politikayı askeri zaferlerle tamamlamışlardır. Benzer bir durum Nazi terörünün Avrupa’yı kasıp kavurduğu, ülkelerin bir günde işgal edildiği ikinci büyük savaş yıllarında ise Türkiye’nin beka sorunu savaşın dışında kalarak aşılabilmiştir.

Bugün “beka sorunu” iddiasının aşılması için izlenen politikalar bu tarihsel deneylerin aksine iç demokrasiyi ortadan kaldıran; toplumu kalın çizgilerle biribirinden ayıran; iktidar yanlılarına ikbal sağlarken iktidara karşı çıkanlara her türlü baskının reva görüldüğü bir politikadır. Savaştan kaçınan değil; Ortadoğu’da süren savaşa balıklama dalan bir politikadır. Bu politikaların bırakın “beka sorunun” aşılmasını başlıbaşına beka sorunu yaratacak politikalar olduğunun altı çizilmelidir.

Görülen o ki; mevcut iktidar blokunun “beka sorunu” olarak sunduğu konjonktür, iktidarlarını sürdürebilmek için yürüttükleri baskı politikalarının olağanüstü hal uygulamalarının temelini oluşturuyor. Dünya politikaları konusunda emperyalist merkezlerle yaşanan gündelik politika farklılıkları ve zaman zaman derinleşen çelişkiler ise kendi varlıklarını koruyabilmenin refleksi olarak ortaya çıkıyor.

Emperyalizm-AKP ilişkileri bu yazının konusu değil. Ancak bu ilişkileri “soğuk savaş” parametreleriyle anlamaya çalışmanın bir yanılgı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Yakın dönemde çoklu kanallardan akan; ABD, Rusya, Çin ve AB gibi büyük güçlerin arasında yeniden güç dengelerinin kurulacağı bir kapışma içine girdikleri uluslararası politikanın dalgaları elbette mevcut iktidarın kıyılarına da vuracaktır. Bu tür gelgitlerin iç politikaya çok güçlü etkilerinin olacağı ise son derece açıktır. İflas etmiş Suriye politikasındaki gelişmeler önümüzdeki yıllarda iktidarın geleceğini belirleyecek bir turnusol kağıdıdır.


İkinci temel yanılgı; Nisan referandumunu ve 15 Temmuz girişimini olmamış kabul ederek politika yapmaktır. Oysa Nisan referandumu sonrasında kısıtlı da olsa parlamenter bir demokrasi varmışçasına düşünmek son derece yanlıştır. Parlamentonun üçüncü büyük partisinin eş genel başkanları tutukludur, onlarca milletvekili cezaevine atılmış, onlarca belediye başkanı görevden alınmıştır; ana muhalefet partisinin vekilleri cezaevindedir. TBMM OHAL’le birlikte devre dışı bırakılmış ülke KHK’lerle yönetilir hale gelmiştir.

bir-donemi-kapatmak-407801-1.

Çıkış mümkündür;ama nasıl?
Peki bu karanlık tablodan çıkış mümkün müdür? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz ki ‘evet’tir. Bütün bu baskılara karşın toplumun çok büyük bir bölümü siyasal İslam’ın dayattığı rejim koşullarında yaşamayı reddetmektedir. Gezi’nin açtığı yol anlık bir başarı getirmemiş olsa da; 7 Haziran seçimleri, Hayır kampanyası gibi biçimler altında yeniden ve yeniden kendini ortaya koymaktadır.
Bu noktada öncelikle muhalefet belirli yanlışlardan kaçınmak zorundadır. Bunlardan birincisi ABD ile AKP arasındaki çelişkilerden yola çıkarak AKP’nin ipinin ABD tarafından çekilmesine umut bağlamaktır. Sarraf davasının seyrinden umutlananlar aslında AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorlar. Tarih açıkça göstermektedir ki ABD emperyalizmi eliyle herhangi bir ülkeye demokrasi gelmemiştir. Evet, AKP bir ABD projesidir. Graham Fuller’ler bu tür bir “ılımlı İslam”cı rejimin kurulmasının teorisyenleridir. Ama ABD’nin getirdiklerinin yine ABD eliyle götürülmesini beklemek ilerici-devrimci bir muhalefetin bel bağlayacağı bir strateji olamaz. Bu ülkede demokratik özgürlükçü bir rejimin kurulması ABD marifetiyle değil ancak ABD emperyalizmine karşı mücadele ederek kurulabilir.

Toplumsal muhalefetin kaçınması gereken önemli bir diğer yanlış da, AKP’nin karşısında siyasal proğramları dünya görüşleri son derece farklı olan kesimlerin bir cephe oluşturması türünden fikirlerdir. Referandumda “Hayır” oyu kullanan kesimlerin bir ortak aday etrafında birleşmesini önermeye kadar varan düşüncelerin AKP’ye karşı yürütülecek muhalefetin içinin boşaltılması anlamına geleceği açıktır. Bu noktada AKP’nin iç bölünmelerine bel bağlamak; Gül’lerden Arınç’lardan medet ummak bile muhalefet saflarında kabul görebilmektedir. Bu ülkenin ilerici devrimci birikiminin bir daha şapkadan “Ekmelettin” çıkartmak türünden tepeden belirlenmiş politikalara tahammülü yoktur, olmamalıdır.

İçinden geçtiğimiz günlerde siyaset toplumsal dayanaklarından kopartılmış; devletin en tepesinde birkaç kişinin karar verip uyguladığı adeta bir “strateji oyununa” indirgenmiş durumdadır. Muhalif kesimlerin benzer bir biçimde kapalı kapılar ardında yapacakları ittifak görüşmeleri, çıkartacakları “çatı adayları” hiçbir toplumsal gerçekliğe dayanmayacaktır.

AKP kendini iktidara taşıyan konjonktürü bütünüyle yitirmiş ülkeyi bir çürüme sürecine sokmuştur. Neoliberalizmin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ve küreselleşmenin iktidara taşıdığı AKP’nin altından halı çekilmiştir. Günün en yakıcı sorusu bu dönemin kapısının nasıl kapatılacağıdır. Bu noktada henüz güçlü toplumsal ayaklara, örgütlenme düzeyine sahip olmasalar da toplumsal muhalefet güçlerinin takınacakları tutum son derece önemlidir. Örneğin Haziran Hareketi; AKP’nin dış güçler tarafından yıkılmasına bel bağlayan; AKP’nin iç bölünmelerini kurtuluş umudu olarak gören sözde muhalif adımlar ve düşünceler karşısında bir barikat oluşturabilir. AKP’ye karşı muhalefetin ancak gerçek bir anti-emperyalizm temelinde yürütülecek kamucu, halkçı, özgürlükçü ve laik bir programla çıkılabileceğini vurgulayabilir. Siyasetin toplumsallaşacağı; ortak mücadele zeminlerinin gelişeceği radikal bir muhalefetin adresi olabilmek ancak bu anlayışla mümkündür.


Evet, Haziran Hareketi’nin de diğer toplumsal muhalefet hareketlerinin de fiziksel ve örgütsel gücü bu dönemin kapatılmasına yetmeyebilir. Ama Gezi de sessiz ve derinden birikip çı�� gibi büyüyen yeni bir toplumsal muhalefet hareketinin ateşleyicisi olmak mümkündür. Çünkü biz AKP’nin bizi içine sokmaya çalıştığı cendere karşısında, eskinin kokuşmuş parlamenter sisteminin değil özgürlükçü bir geleceğin savunucularıyız.