2010’un sonuna yaklaşırken ekonomi üzerinde bir durum muhasebesinin zamanı geldi.

2010’un sonuna yaklaşırken ekonomi üzerinde bir durum muhasebesinin zamanı geldi. Bu işi 2008-2009 krizinin arifesine göz atarak başlatalım; krizin seyrini hatırlayalım ve pembe gözlüklerin yaygınlaştığı günümüzle ilgili bazı saptamalarla “durum muhasebesi”ne son verelim.

***

AKP’nin “altın yılları” olarak da nitelendirebileceğimiz 2003-2007 döneminde uluslararası krizin ön-koşulları da olgunlaşmaktaydı. Türkiye ekonomisinin bu yıllardaki sorunlarını bu köşede ve başka yerlerde inceledik; tartıştık. Kısaca hatırlatalım:

1. 2003-2007 yılları, uluslararası sermaye hareketlerinin ve dünya ticaretinin canlandığı bir dönemdir. 1998-2001 döneminde ağır krizlerden geçen ve ders çıkaran çevre ekonomilerinin büyük bir bölümü, bu dönemde dış açıklarını daralttılar veya dış fazlalara dönüştürdüler. ABD’nin astronomik dış açıklarını fırsat olarak kullanan bazıları da ihracatın sürüklediği yüksek büyüme hızlarına ulaştılar.

2. Türkiye ise, Doğu-Orta Avrupa ve bazı Latin Amerika ülkeleriyle birlikte, ekonominin geleceğini dış kaynak girişlerine teslim etti. Yüksek tempolu yabancı sermaye girişleri, sermaye birikiminin değil, özel tüketimin payını yukarı çeken bir gelişime yol açtı.

3. 1998’den beri Türkiye ekonomisinin gözetimini üstlenmiş olan IMF ve Dünya Bankası, önceki dönemde sermaye çevrelerini tedirgin eden “popülist sapmaların” tasfiyesini hedefleyen yapısal uyum reçetelerini yaygınlaştırdılar. Makroekonomik politikaları ise, kamu maliyesini faiz dışı fazla hedeflerine; para politikasını enflasyon hedeflemesi ile dalgalı döviz kuru öğelerine yerleştirdiler. Bu “saçayak”, dış açık ve dış borçlanmayı körükleyen; dövizin reel olarak ucuzlama eğilimini kalıcı kılan; ekonominin (ve ihracatın) ithalata bağımılığını kamçılayan bir kısır döngünün oluşmasına katkı yaptı.

4. Bu özellikler, dünya ekonomisinde olası bir krizin patlak vermesi halinde, Türkiye ekonomisinin çok kırılgan bir konumda olacağını gösteriyordu.

***

Uluslararası kriz, dünya ekonomisinin metropollerinde başladı; 2008’in ikinci yarısında çevre ekonomilerini de etkilemeye başladı. Yaygın sonuç büyüme hızlarının aşağı çekilmesi oldu. 2008-2009’da küçülen ekonomilere bakarsak, çoğunun yüksek dış açık ve dış borç koşulları taşıdığını gözlüyoruz. Türkiye de bu grubun içinde yer aldı. Kuşbakışı hatırlatalım:

1. Türkiye’nin krizi Ekim 2008’de başladı; Kasım 2009’da son buldu. Kriz öncesinde (aynı zaman dilimi içinde) ekonomiye 76 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi gerçekleşmişti. Krizli on üç ayda ise 11 milyar dolarlık net yabancı sermaye çıkışı meydana geldi. Ekonomi bu dışsal şokun etkisi altında hızla daralmaya sürüklendi.

2. Üretim ve milli gelir hareketleri bakımından Türkiye, uluslararası krizden en ağır etkilenen çevre ekonomilerinden biridir: 2008-2009 içinde kriz koşullarının geçerli olduğu on iki ayda ekonomi yüzde 7.8 küçüldü. Krizin dip noktasını oluşturan Ocak-Mart 2009’da milli gelir, bir önceki yılın ilk üç ayına göre yüzde 14.7 oranında daraldı. Buna karşılık, 2009’da milli gelirin küçlme oranı (krizin son bulduğu son ayların etkisiyle) sadece yüzde 4.7 oranında küçülmüştür. İşsizliğe de yansıyan bu göstergeler, çok ağır bir ekonomik bunalım anlamına gelir.

3. Finansal sistem ise, krizi hafif atlattı. En kritik finansal göstergelerden biri olan nominal döviz fiyatlarına (1 dolar+1 avro’dan oluşan bir sepetin TL karşılığına) bakalım: Ağustos 2008 ile Mart 2009 arasındaki artış oranı yüzde 35’tir. TCMB’nin Türkiye’nin dış ticaretinin yöneldiği ülkelerdeki kur ve fiyat hareketlerini dikkate alan reel efektif döviz fiyatının aynı dönemdeki artış hızı ise yüzde 18’de kaldı. Bu oranlar, finansal sistemi zorlayacak düzeyde değildir. Üstelik, sonraki aylarda döviz ucuzlamaya başladı; Ekim 2010’da kriz öncesinin reel kuruna geri dönüldü.

4. Krizli aylar boyunca döviz piyasalarındaki baskının hafiflemesine üç olumlu etken yol açtı: (a) 14.3 milyar dolarlık kayıt-dışı (“esrarengiz”) para girişi; (b) Türkiyeli sermaye gruplarının dış dünyaya kaynak aktarmaya son vermesi ve (c) TCMB rezervlerinde 13 milyar dolarlık erime… Finansal sistemin ayakta kalması, iktidarın “teğet geçme” söyleminde başarıyla kullanılmıştır.

***

2009’un son aylarında ekonomi kriz ortamından çıkmaya başladı. Son TÜİK verilerine göre, 2010’un Ocak-Eylül döneminde milli gelir, bir önceki yılın ilk dokuz ayına göre yüzde 8.9 oranında büyümüştür. Bu verilere göre bu yılın son üç ayında milli gelir, 2009’un Ekim-Kasım ayları düzeyinde kalsa bile, 2010’un büyüme hızı yüzde 6.5 olarak gerçekleşmiş olacaktır. Kriz sonrasını kısaca değerlendirelim:

1. Kasım 2009-Eylül 2010 arasında ekonomiye 38 milyar dolarlık yabancı sermaye girmiştir. Önceki dönemde gerçekleşen 5 milyar dolarlık yabancı sermaye çıkışını izleyen bu gelişme, büyüme ivmesini canlandıran ana etken olmuştur.

2. Yabancı sermaye girişlerinin yüzde 86’sı sıcak paradan ve büyük çoğunluğuyla dış borç yaratan türlerden oluşmaktadır. Kısa vadeli dış borçlar hızla bir tırmanmaktadır ve kriz öncesi düzey aşılmıştır. 2006-2007’de gözlenen kırılganlık, biraz daha ağırlaşarak tekrarlanmaktadır.

3. Brezilya’nın başını çektiği “sıcak para girişlerini kısıtlama” reçetesi Türkiye için geçerli değildir. Zira Türkiye’de çok yüksek düzeyli cari açığının finansmanı hemen hemen tamamen sıcak para ile karşılanmaktadır. Bu kaynağın tıkanması, bugünkü koşullarda durgunlaşma, daralma anlamına gelecektir.

4. Batı’da aşırı likidite genişlemesi ve sıfıra yakın maliyetli borçlanma bizim buralarda sıcak parayı bollaştırıyor. Metropollerde krediye dönüşmeyen fonlar, çevre ekonomilerindeki finansal varlıklara akarak yüksek getiri kovalamakta; bu ülkelerde istikrarsızlığı, balonlaşmayı pompalamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu durum şimdilik süregelecektir.

***

Türkiye’yi yönetenler, ekonomiye, her zamanki gibi bir yıldan uzağı göremeyen gözlüklerle bakmaktadır. Onların iktisat politikaları bugünlerde basit bir formüle dayanıyor: “Seçimlere kadar sıcak parayla idare edelim; gerisi Allah kerim…”