Bir duruşlar bütünüyüz yani pozumuza gömülüyüz

BERİL ERBİL

Banu Özyürek’in Poz isimli ikinci öykü kitabı geçtiğimiz günlerde 2019 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü alan dosyalardan biri oldu. Yazarken “anlam”ın peşinde olduğunu söyleyen Özyürek ile ödül alan kitabından yola çıkarak ilk kitabına da uzanan bir söyleşi yaptık.

İlk kitabınızda da ikinci kitabınızda da iç seslerin, kafa seslerinin yoğunluğunu görüyoruz. Bu sesler birçok çatışmayı da içinde barındırıyor haliyle. Manganelli’ye de gönderme yaparak yazarlık yargılanması olanaksız bir iş olduğu için mi yazıyorsunuz ve yazarken iç seslere bu kadar yer veriyorsunuz?

Yazar olarak eğilimleriniz kadar yazdığınız şeyin kendisi de kullanacağınız yöntemleri belirliyor. Hikâyelerimdeki karakterler, kendileriyle ve çevreleriyle çatışma halindeler. Soruları, bakışları sürekli çoğaltıyor ve her şeyi en küçük parçasına dek ayırarak bir anlama varmaya çalışıyorlar. Haliyle eylemden çok düşünceye yönelmiş durumdalar. Bu da kendiliğinden iç ses kullanımını getiriyor. Ayrıca metinlerde iç sesle oluşan ritim duygusunu ve hareketliliği de seviyorum.

Yazarlık yargılanması olanaksız bir iş değil, her şey gibi o da yargılanabilir ve yargılanıyor da. Bir şey üretip insanların ilgisine sunuyorsunuz, bu durumda yargıdan kaçma şansınız yok, zaten kendinizi bütün gözlere açmışsınız, yargılara talip olmuşsunuz. Manganelli’ye Poz’un son öyküsünde bir gönderme yapmıştım. Murathan Mungan’ın Metis tarafından yayınlanan Yazıhane isimli derlemesinde farklı yazarlar, yazma sebeplerini anlatır. Manganelli de yazıyı beceriksizliğin bir tür telafisi olarak gördüğünü söylüyor orada, yani kendine yapabildiği bir şey seçiyor yazarak. Tabii tek bir sebep öne sürmek yeterli gelmeyebilir, ben pek çok farklı arzu ve ihtiyacın birleşimi olarak yazdığımı düşünüyorum; kafamdaki sorunları başka bir düzlemde ele alarak yeni bakış açıları ve tartışma alanları bulmak, kendimi ve dünyayı anlamak, bir şey var edebilmek ve bunu başkalarıyla paylaşmak, edebiyatın olanaklarıyla mücadele etmek ve aynı zamanda onların tadını çıkarmak.

“Gösterinin dışına açılan tek bir kapı yok mu? Pozsuz bir sigara molası?” diye soruyorsunuz Kutsal Sevgilimiz adlı öyküde. Hayatta her insan bir sürü role bürünürken, bir sürü poz verirken insanın hakikatinin nerede olduğunu düşünüyorsunuz?

Poz’u sadece büründüğümüz roller anlamında değil, varlığımızın bütün veçhelerini ifade eden bir gerçeklik olarak düşünüyorum. Böyle bakınca da ondan kaçmak zaten söz konusu değil, çünkü biz kendimiz bir inşa, bir duruşlar bütünüyüz, yani pozumuza gömülüyüz. Ama insanın hakikati nerede sorusu büyük bir soru ve beni aşıyor. Terry Eagleton Hayatın Anlamı kitabında “Hayatın anlamını bilmemenin hayatın anlamının bir parçası olduğunu düşünmek akla yatkındır” der. Belki bunu insanın hakikatine de uyarlayabiliriz. Yani insanın arkhesi şudur demek, özümüzde tek bir şey bulmak ve huzura kavuşmak mümkün değil. Hakikatin benim görebildiğim kadarı insanın kendini var etmeye çalışması ve dünya üzerindeki varlığını anlamlı bir temele oturtmak istemesidir.

Hareket edemeyen karakterler var bu kitapta. Yaşamda beceriksiz ve şanssızlar genelde. Sanki bir kareye sıkışmış gibiler. Bu acıdan bakınca Poz’u iki yönlü okuyabilir miyiz?

Aslında Poz’da hareketsizlik durumunun bir nebze de olsa aşıldığını, en azından karakterlerin bunu aşmaya yönelik bir gayret içine girdiklerini söyleyebilirim. Örneğin Bir Günü Bitirme Sanatı’nda “dans” üzerinden çaresizlik ve acizlik okuması yapılan bir eylemken, Poz’da bedene yaklaşma, onunla barışma aracı olarak olumlanır. Bakış açısı değişmiştir ya da çoğalmıştır. Bir Günü Bitirme Sanatı’nda kendini evine kapatmış ve “hayali” arkadaşına mektuplar yazan bir karakter varken Poz’daki öykü kişisi korkularına rağmen sokağa adım atar ve bizi yolculuğuna tanık eder. Kabaca söylersem; ilk kitapta anlamla şoka uğramış karakterler, ikinci kitapta ise bu şoktan kurtulmaya çabalayanlar var diyebilirim.

Karakterler dışarıdaki insanların her şeyinden etkileniyorlar ama kendileri etkisizler. Sanki bir fanusta yaşıyorlar. Her şeyi sadece izliyorlar. Bir yandan da sizin deyiminizle “ihtimal mesafesini” aşmıyorlar. İnsan hayata karşı bu kadar çaresiz mi? Kişinin konforsuz bir konfor alanı tercih etme sebebi ne?

Korku olmalı. Sınırları belirlenmiş alanlarda, rolümüzü bildiğimiz durumlarda kendimizi güvende hissediyoruz. Ama bunun getirdiği tutsaklık duygusundan da kaçamıyoruz. Haliyle o konfor alanı, her an nefesini ensemizde hissettiğimiz bir konforsuzluğa gebe.

İnsanın çaresiz olduğunu düşünmüyorum. Zaman zaman tasavvur ettiğinden çok daha güçlü zaman zamansa görünmeye çalıştığından daha zayıf bence. Ve hareketli bir varlık; daima güçsüz ya da daima güçlü diye tanımlayamayız. Hayatın içinde güçlü ve güçsüz olduğu alanlar var. Ben yazdığım karakterleri güçsüz görmedim hiç, hepsi bir mücadele veriyor. Ve bir güç tanımlayacaksak, o da zaten burada. Mücadele bazen sadece kafalarının içinde olsa da, her şey düşünmekle başlamaz mı? Buradan nereye gideceklerini bilemeyiz. Ama ölü olmadıklarını söyleyebiliriz.

İhtimal mesafesi ise zenginlik barındıran bir şey; yani karakterlerin yaşamdaki olasılık çokluğunun farkında oluşlarına ve bunu yitirmek istemeyişlerine işaret ediyor. Bu, bahsettiğiniz hareketsizliğin de sebeplerinden biri; tek bir yol seçerek diğer ihtimalleri dışarıda bırakmak istemiyorlar.

Bedeninden uzaklaşmış kişiler var, sanki bedenlerine yabancı bunlar. Tutuklar, hayata adapte olamamışlar. Mutluluk adlı öykünüzde “Bir beden gerçekten kullanışlı bir şeydir, …” diyorsunuz. Beden sizin için ne ifade ediyor? Bedeniyle barışık bir toplum muyuz?

Bedeni pek çok yerden okuyabiliriz. Bunlardan biri de birey olma açısıdır. Bizimki gibi cemaat kültürünün hâkim olduğu toplumlarda bireylik talebi bir çeşit aykırılık, çıkıntılık, hatta kadınlar söz konusu olduğunda hadsizlik olarak görülür. Bedenine sahip çıkan bir kadının durumu da yine böyledir. Beden tam bir çatışma alanı; hem sığındığımız bir kabuk hem bütün duygularımızın göstereni hem üzerine boca edilmiş kodlarla bir yük hem de bize ait bir özgürlük imkânı. Kadının bedeniyle barışık olması çok çetin içsel ve toplumsal mücadelelerden sonra gelinebilecek bir aşama. Bedeninize yüklenmiş pek çok görev var; bunlardan biri de göze batmamak. Size sürekli saklamanızı telkin ettikleri bir şeyi nasıl seveceksiniz? Bedeninizi saklamaya odaklanmışken, onu nasıl görecek ve yaşatacaksınız? Nasıl tanıyacaksınız? Tanımaya bile korktuğumuz bir bedenle barışık olmaktan söz edebilir miyiz?

Yapış Yapış öyküsünü okuduğumda ruhun yaşam suyunun sizin için ne olduğunu merak ettim.

Arayış ve yol almak diyebilirim.

Öykülerinizde üst kurmacayı okudukça, içindeki karakterleri bazen edebiyatın laboratuvarında hissettikçe deneysel metinlerle, beslenme ve üretim yönünden ilişkinizi sormak istiyorum.

Karakterleri edebiyatın laboratuvarına sokmak çok güzel bir ifade. Evet, ben metnin kendi üzerine düşünmesinden edebi bir haz alıyorum. Yazar olarak ne yaptığım üzerine düşünmeyi de ne yaptığı üzerine düşünen anlatıcıları da seviyorum. Bu yüzden sadece yazıya odaklanmamış metinlerde dahi yer yer hikâyeyi kırıp araya başka bir şey sokarak ilgimi zenginleştirmeye çalışıyorum. Okuduğum her şey yazdıklarıma etki ediyordur. Yani üst kurmaca yazmak için illa üst kurmaca ya da deneysel metinler okumak gerekmez, bunlar çok keyifli ve kesinlikle yeni yollar açıyor yazara ama üst kurmacaya bulaşmamış bir metin de size ona karşılık olarak metin yapısını düşünen bir şey yazdırabilir.

Kutsal Sevgilimiz adlı öyküde epifani ile bir aydınlanma ve kendi hayatının anlamını ele alan bir yazar var, ama bu tabii bir hayal anı… İnsan bu aydınlanmaya, kendi olma haline nasıl ulaşacak?

Bilemiyorum. Benim de öykülerin bir kısmında aradığım şey bu. Ama bir kendi olma haline ulaşmak istiyorsak sanırım önce kendimiz dediğimiz şeye daha cüretkâr gözlerle bakmalıyız. Bahanelerle, özürlerle ya da abartı bir saldırganlıkla değil. Kendimizi hem kendimize hem dünyaya açarak. Herhalde gerçek bilgilere ulaşabilmek ancak böyle mümkün olur, gerçek bir bakış ve mücadeleyle.

bir-duruslar-butunuyuz-yani-pozumuza-gomuluyuz-644016-1.