Lydia Davis bu ilk romanında, unutamadığı erkek arkadaşını arayan bir yazara ve onun yazı yazma eylemine odaklanıyor. Yazar erkek arkadaşını zihninde ararken tüm geçmişi adeta önümüze seriyor

Bir duygu sahnelenişi

İLKE KAMAR

Samuel Beckett’e göre, “Gerçeklerin takvimi ile duyguların takvimi koşut gelişmemektedir. Ve biz dünden ötürü sadece yorgun değil başkayızdır; dünün felaketinden, önceki halimizden... Geçmiş, üstesinden gelinemeyecek, sindirilemeyecek bir katılık olarak belirir. Ve bizi yapısal bir geç kalmışlık konumunda bırakır!”.

Beckett öykülerinde ve oyunlarında karakterleri, belirli bir zaman diliminde kıstırılmış ve yıkıma uğramış insanlar olarak görürüz. Bu karakterlerin gelecekteki durumları şimdiki zamanda da sıkışmışlık yaratır ve bu durum, onların zihinlerinde geçmişe dönme çabalamalarına neden olur. Geçen günlerde yayımlanan Lydia Davis’in ilk romanı Hikâyenin Sonu, bunları anımsattı bana. İkili bir hikâye anlatımına sahip romanda Davis ile birlikte anlatıcı da bir roman yazıyor. Her iki roman da adeta geçmiş ilişkilerinin parçalarına seslenen, belleği bu noktada hep canlı tutan ve geçmişin kırılganlığıyla kendini dönüştüren bir anlatı özelliği taşıyor. İsmi gibi roman, hikâyenin sonu ile başlıyor: Kendi yoluna gitmek isteyen ve giden bir sevgili ile onu bırakmak istemeyen, gideni arayan öteki… Bu öyle sahici bir arama ki okuyucu da zihinsel ve hem fiziksel yorgunluğu hissediyor ötekinin.

GEÇMİŞİN KIRILGANLIĞI

Marcel Proust, Jean-Paul Sartre, Michel Foucault çevirilerinin yanı sıra kendine özgü minimal hikâyeciliğiyle tanıdığımız, Uluslararası Man Booker Ödülü’nün sahibi Lydia Davis’in daha önce Yapamam ve Yapmayacağım, sonra ise Rahatsızlık Çeşitleri’ni okuduk. Davis bu ilk romanında, unutamadığı erkek arkadaşını arayan bir yazara ve onun yazı yazma eylemine odaklanıyor. Yazar erkek arkadaşını zihninde ararken tüm geçmişi adeta önümüze seriyor. Unutamadığı erkek arkadaşının düşüncesiyle karşı karşıya olan ve bu durumdan bazen yorgun düşen bir yazar karakteri karşımıza çıkıyor. Adı çoğu zaman ‘O’ olarak anılan bir adam, yazarın öyküsüne, tutkularına, isteklerine eşlik ediyor.

Romanın anlatıcısı yazarla- O arasında yaşananlar roman boyunca ele alınırken, yitirme duygusuyla kırılgan bir varoluş hali adeta belleğin inadını sorguluyor gibidir. Ve zamansallığın ötesinde kaybı yeniden türetmeye girişiyor yazar. Dahası kendisini bir hoşnutsuzluğun içerisine sürükleyen ve ölçüsüzce büyütülmüş imgelemin yerinden edilmesiyle de karşı karşıyayız bu romanda. Yazma uğraşına, yaşam arayışına, geçmişin kırılganlığına verilen tepkiye ve bir vazgeçişe de tanıklık ediyoruz. Ve tabii uzun monologlar…

YAZARIN YAZMA UĞRAŞI

Lydia Davis, yazma eyleminin kendisini de bir kurguya dönüştürerek romanın karakteri olan yazarın da yazma uğraşını ara süreçler olmaktan öteye geçirerek metnin kendisine dönüşüyor. Yaratma süreci, düşleri, çağrışımları uyarıyor ve rastlantıya açık bir anlatım biçimi sunuyor. Romanın ‘şimdi’sinde yaşanan geri dönüşler ve olaylarla tek boyutlu zaman algısından başka yere taşındığını hissettiren pek çok örnekle karşılaşıyoruz. Anlatıcının ‘O’ adını verdiği sevgilisini hatırlamasında, zaman ve mekân hep değişse de hafıza anlatıcının roman boyunca eşlikçisi olmayı ve şimdide kalmayı sürdürür. Ve bir bakıma yazarak “O’nun” hayatından gidişini engellemeye çalışır ya da bazen başka bir hayatın, başka bir gerçekliğin olmasını da olası kılar: “Bazı günler O’nun hakkında o kadar çok yazıyordum ki O tam anlamıyla gerçek biri olmaktan çıkıyordu artık. Öyle ki sokakta beklenmedik biçimde yüz yüze geldiğimizde değişik bir şey oluyordu. Ben O’nun cisim halini alıp damıttığımı ve defterimi bununla doldurduğumu düşünüyordum. Bir anlamda onu öldürmüştüm. Fakat eve döner dönmez O’nun cisim hali her nerede yaşıyorsa tekrar var oluyordu. O zaman yaşamayan, içi boş olan aslında benim yazdıklarımmış gibi geliyordu.”

Anlatının uzun bir zaman aralığında devam ettiğini görürüz ama roman karakteri, hafızasından hep yeni mekânları, olayları ve insanları şimdiye dahil eder ancak romanın genelindeki bu yapı karmaşaya neden olmaz, bir bütünü tamamlar. Olaylar hep ‘O’ adını verdiği karakterle bağlantılı, birbirini tamamlayan, bir anlatıya dönüşür:

“Yazmaya kısa bir ara verip sözlüğü elime aldığımda fakat başka bir kelimeyle değil de pencereden dışarı baktığımda -ki bu süreç beş saniyeyi geçmezdi- bu sesler zayıflar, O’nun görüntüsü işimle arama girer ve O’nu birkaç dakikadır aklıma getirmediğim düşüncesi veya üzerinde inceden inceye düşündüğüm kelimelerle O’nu zihnimin derinliklerine itmem içimde yeni bir acı doğururdu.”

Hikâyenin Sonu’nda, anlatıcının romandaki ‘ben’ dili romanın içerisinde diğer hikâyeyle birbirini tamamlayan, kurgusal bütünlüğü olan bir anlatı oluşturur. Tüm bunların yanı sıra, karakterler, olaylar ve mekânlar arasındaki yazarın mesafesi de dikkat çekicidir. Hatta öyle ki yazarın kendi bedeniyle arasındaki mesafeye de yer yer tanık oluruz:

“Eğer çalışma masamda oturuyorsam, bedenim sadece bana destek olmaya yarıyordu, kalçalarım sandalyeye gömülüyordu, bacaklarım ve ayaklarım sandalyenin iki yanından beni sabitliyordu, öne uzanmış veya sandalyenin altına toplamış oluyordum. Ben gittikçe yorulup dirseklerimi masaya dayayınca göğüslerim masanın üstüne yayılıyor, göğüs kafesim masanın kenarına dayanıyordu. Bedenimin sırf bu türden bir yararı olmasına ek olarak aynı zamanda cinsel bir şey olduğu var sayıldığında, bu yeni durum bazen bana tuhaf ve rastlantısal geliyordu.”

Davis, kitabın bütününde en kişisel anları bile genel konuya dahil ederek çoktan yitip gitmiş bir karakteri hep canlı tutar. Bir ayrılma veda etme biçimine de sahip eylemin artık yaşayan değil ölü olanla da ilgili olduğunu da gündeme getirir. Algıları yalnızca üç boyuta ve zamana indirgemeden aktarması romanın belki de en önemli kurgusal özelliği sayılabilir. Davis’in hafızanın parçalara ayrılarak zamanı şimdiye taşınması, geçmişe duyulan özlemle karakterin yazı yoluyla geçmişin trajedisini bir teselliye dönüştürdüğünü de hissettirir bize.