Eisenstein’ın yöntemi reklamcıların ve propagandistlerin göz bebeği olmaya devam ediyor. 15 Temmuz gecesinden beri Türkiye halkına izletilen ve dinletilen her şeyde, bu Eisenstein uygulamasının izleri görülüyor

Bir Eisenstein filminde yaşamak

15 Temmuz Darbe Girişimi’nden bu yana ülkenin durumu tam bir Eisenstein kurgusunu andırıyor; tüm Türkiye Odessa Merdivenleri sahnesinin berbat bir yeniden çevriminde oynatılıyor sanki…

Sinema estetiğiyle ilgili tüm çalışmaların temelinde aslında Eisenstein-Bazin tartışması yer alır. Sovyet sinemacı Sergei Eisenstein görüntüyü olabildiğince parçalayarak algısal gerçekliği anlatı uğruna manipüle eden bir tarz geliştirdi. Bunu yapmaktaki amacı izleyicide kendi istediği türden duygu durumları yaratmaktı. 1905’te yaşanan Potemkin Zırhlısı Ayaklanması’nı anlattığı filmi Potemkin Zırhlısı’nda (1925) Eisenstein, Çarlık ordusuna karşı direnen halkı anlatırken bu kurgu anlayışının temel örneklerini veriyordu: İzleyicinin Odessa Merdivenleri’nde askerler tarafından vurulan insanların trajedisini daha derin bir özdeşleşmeyle hissedebilmesi için bazen askerlerin üzerine basarak geçtiği bir elin detay çekiminden, bazen kurbanların yüzünün çok yakın planda görselleştirilmesinden faydalanıyor, böyle yaparak o elin sahibinin yaşadığı acıyı, o gözlerdeki dehşeti seyirci için bir ‘doğrudan deneyim’e dönüştürmeye çalışıyordu.

Eisenstein bu biçimsel oyunları devrimci Sovyet halkını korkunç bir tarihsel olay hakkında bilgilendirmek, eğitmek ve devrimci ruhu pekiştirmek için yapmaktaydı; lakin yaman bir çelişkiyle aynı estetik yönlenişi daha sonra Hitler’in yönetmeni Leni Riefensthal’in Nazi propaganda filmlerinde de gördük. İzleyicinin psikolojisini yönlendirmek, istenen duygu durumlarını yaratmak amacıyla görüntüyü olabildiğince çok parçalayıp manipülatif biçimde yeniden birleştirme üzerine kurulu bu estetik anlayışın bugünkü temsilcisiyse, biliyorsunuz, Hollywood…

Fransız sinema kuramcısı Andre Bazin ise kurgu yoluyla sunulan bu parçalanmanın izleyicinin gerçeklik algısını zayıflattığını, bu yüzden filmsel anlatının bir ‘dış kurgu’yla değil de ‘iç kurgu’yla biçimlenmesi gerektiğini söylüyordu. Ölçekleri hızla değişen kısa görüntü parçaları yerine uzun çekimler ve mizansendeki değişimleri göstermek için kullanılacak kamera hareketleri sinema izleyicisinin gerçeklik algısına uygun anlatılar üretilmesini sağlayacaktı.

Yaşananları anlayabilmek, olup biteni net bir şekilde görüp konumlandırabilmek için ortalığın biraz durulması lazım, ama AKP iktidarı böyle bir durulmaya izin vermeme konusunda büyük özen gösteriyor.

Biri izleyicinin manipülasyonu ve ajite edilmesi, diğeriyse yönetmenin (auteur) hikâye ve anlam paylaşımı üzerine kurulu bu temel estetik yönlenişler bugün hem uygulama düzeyinde hem de sinema kuramı tartışmalarında daha da detaylandırılmış olarak etkisini sürdürüyor. Ama kabul etmek lazım, Eisenstein’ın yöntemi reklamcıların ve propagandistlerin göz bebeği olmaya devam ediyor.

İşte 15 Temmuz gecesinden beri Türkiye halkına izletilen ve dinletilen her şeyde, bu Eisenstein uygulamasının izleri görülüyor: Askerin halka kurşun sıktığı korkunç anların görüntüleri halkın askerin önüne sürüldüğü gerçeğini tartışma konusu olmaktan çıkarırken Fethullahçıların tüm devlet kurumlarına çöreklenmiş olduğu gerçeğine dair bilgilerin sunum tarzı; AKP yönetiminin bu çöreklenmedeki payını görünmezleştiriyor.

Yaşananları anlayabilmek, olup biteni net bir şekilde görüp konumlandırabilmek için ortalığın biraz durulması lazım, ama AKP iktidarı böyle bir durulmaya izin vermeme konusunda büyük özen gösteriyor.

Türkiye en son ne zaman Bazin tarzı bir filmi andırıyordu, hatırlıyor musunuz?