Yıl başlarında giden yılın bilançosunu yapmak âdettendir. Biz de, geçen yıl boyunca yaptığımız ekonomik değerlendirmelere dayanan

Yıl başlarında giden yılın bilançosunu yapmak âdettendir. Biz de, geçen yıl boyunca yaptığımız ekonomik değerlendirmelere dayanan bir kısa sentezle geleneğe uyalım.
AKP, 2003-2007’de ekonomiyi hemen hemen tamamen “bol kepçe” dış kaynak girişlerine teslim etmişti. Uluslararası kriz, bu saadet zincirine son verdi. Yabancı sermaye Türkiye’den Ekim 2008’de çıkmaya başladı. İç talebi hızla aşağı çeken bu etkene, ihracattaki daralma eklendi. Üretim, tüketim, istihdamdaki düşmeler; yani ekonomik bunalım böylece patlak verdi. Ekim 2008-Eylül 2009 arasındaki on iki kriz ayında ekonomi yüzde 7.9 oranında küçüldü. İkinci Dünya Savaşı içindeki üç yılı saymazsak, Cumhuriyet tarihinin milli gelir verilerine yansıyan en ağır bunalımı bu on iki ay içinde gerçekleşmiş oldu.
Buna karşılık, banka iflasları, döviz kurunda ve faizlerde çok hızlı tırmanmalar biçimindeki bir finansal kriz Türkiye’ye uğramadı. Bunun ana nedeni, krizin ilk dokuz ayında, Türkiye’ye 18 milyar dolara ulaşan kayıtdışı döviz girişidir. Böylece, finansal piyasalar üzerindeki baskı, esrarengiz ve çok yüksek bir döviz arzı sayesinde hafifledi. Aynı dönem içinde Merkez Bankası rezervlerinde gerçekleşen 12 milyar dolarlık bir erime, aynı doğrultuda ikincil bir etki olacaktı.
Bu “hafifletici” etkenlere yerli sermaye çevreleri de olumlu doğrultuda katkılar yaptı. Kriz öncesi aylarda ülke dışına büyük boyutlu kaynak çıkaran yerli sermayedarlar, krizli aylarda, bir anlamda “can havliyle”, dış dünyadaki varlıklarını Türkiye’ye “taşıdı”.
Yabancılardan kaynaklanan “kan kaybı”nın finansal piyasalar üzerindeki tahripkâr etkisi, Türkiye’de bu üç etken sayesinde belli ölçülerde hafifledi. Esasen, kapitalist sistemin bu son bunalımında, finansal krizler metropol ekonomilerde yoğunlaşmıştı. Emperyalist sistemin çevresinde yer alan ekonomilerde ise, bunalım, birkaç aylık bir ara ile, büyüme hızlarını aşağıya (yer yer negatif oranlara) çekerek taşındı.
Peki, çevre ekonomileri bunalımın derecesi nasıl, neye göre farklılaştı? Türkiye’nin konumu nasıldır? En büyük yirmi çevre ekonomisinde krizli iki yıl içinde, yani 2008-2009’da gerçekleşen büyüme/küçülme hızlarını, kriz öncesiyle (2002-2007 yıllarıyla) karşılaştırdığımızda Türkiye, krizden en ağır etkilenen ekonomi olarak belirleniyor. Başbakan’ın ısrarla ileri sürdüğü “en az biz etkileneceğiz” savının kof çıktığı ortadadır.
Bunalımın çevre ekonomilerine taşınmasındaki farklılaşma nasıl açıklanabilir? Kriz öncesinde dış kaynak bağımlılığının ve onun yansıması olan yüksek dış açık / yüksek dış borçlanma göstergelerinin ağır etkilenen ülkelerin ortak özelliği olduğu gözleniyor. Türkiye de uluslararası kriz ortamıyla bu özelliklerle, yani kırılgan konumda karşılaştı. Bu nedenle de daralma sürecini, genişleyici makro-ekonomik politikalarla frenleme seçeneği Türkiye gibi ülkeler için gündem-dışı kaldı. Kırılgan özellikler taşımayan çevre ekonomilerinin yöneldiği genişleyici maliye politikaları, Türkiye için dış açığı, dış borçları daha da fazla yükselteceği için geçersizdi. Uluslararası finans kapital bizlerden dış borç yükümlülüklerini kesintisiz karşılamamızı; dış açığı frenlememizi; bunların da daralarak gerçekleşmesini bekliyor; IMF aracılığıyla bu mesajı iletiyor. Dış kaynak kısıntısının yarattığı küçülme ivmesi, böylece, kamu maliyesi aracılığıyla hızlandırılmıştır.
Peki, dış borç / dış açık göstergelerinin son yılllarda hızla yükselmesine hangi nedenler yol açmıştır? Kısaca yanıtlayayım: AKP’nin makro-ekonomik politikalarda IMF reçetelerine teslimiyetinin faturasını şimdi Türkiye halkı ödemektedir. Önce bir hatırlatma: 1998 sonundan itibaren süregelen IMF anlaşmalarını AKP de kesintisiz sürdürmüş; hatta 2005’te üç yıllık bir stand-by daha imzalamıştır. Bu politika modeli ise Merkez Bankası’nı yüksek reel faize (“enflasyon hedeflemesi”ne), maliye politikasını ise kamunun borç yükümlülüklerinin karşılanmasına (yüksek “faiz dışı fazla hedefleri”ne) bağlıyor ve dış dünyayla Türkiye arasındaki sermaye hareketlerinin tamamen serbest olmasını öngörüyordu. Bu nedenle (a) yüksek getiri arayan yabancı sıcak para TL’ye plasman yapmak üzere geliyor; (b) böylece döviz kurları ucuzluyor, yabancı spekülatörlerin dolarlı getirisi daha da yükseliyor; (c) ucuz döviz, ithalatı kamçılayarak cari işlem açığını hızla artırıyor; (d) dıştan borçlanmak serbest olduğu için TL’li aşırı kredi faizlerinden kaçan şirketler, bankalar dışarıdan borçlanıyorlar. Sonuç: Yüksek cari açık + yüksek dış borç = Kriz ortamında aşırı kırılganlık…
2010’a gelince… Krizin ilk yılında finansal sistemi kurtaran can simitlerinin (kayıtdışı para girişlerinin ve dışarıdaki yerli sermayenin ülkeye dönüşünün) barutları tükenmiştir. 2010’da yüksek dış yükümlülük vardır. Genel seçimlere kadar ekonomiyi ayakta tutacak yeni bir can simidi olarak IMF parası aranıyor. Ekonomi küçülürken kemerlerin daha da sıkılması bunun hazırlığıdır. 2010’da canlanma bekleyenler, kanımca yanılmaktadır.