Peki ne yapmalıyız? Öncelikle unutmamalıyız ki, kapitalizm var olduğu müddetçe ekolojik yıkımdan kaçınmak mümkün değil. Sermaye sahibi bir azınlığın varlığını artırmak üzerine kurulu bir sistemde, doğa paraya dönüşecek hammaddeden başka bir şey olamaz.

Bir emek mücadelesi olarak ekolojik aktivizm-2

MERT KARACA

Geçtiğimiz haftaki yazımda, içinde bulunduğumuz ekolojik krizin kapitalist üretim biçiminden ayrı düşünülemeyeceğinden bahsetmiştim. Bu hafta ise geçen haftaki giriş bölümünde bahsettiğim kır-kent ikiliği üzerinden çevre mücadelesini tartışacağım ve neler yapabileceğimize dair fikirlerimi sunacağım.

Dünya ve Türkiye’deki örneklerine baktığımızda, kırsaldaki politik hareketlenmelerin hemen hepsinin temelinde doğaya bir referans olduğunu görürüz. Akarsular ve ormanlar birçok direnişin merkezinde yer alsa da bunun en sık rastladığımız biçimi toprak üzerinden gerçekleşiyor. Burada hatırlatmak istediğim iki şey var: Birincisi, toprak üzerinden yapılan mücadelelerin mülkiyet odaklı değil üretim odaklı olduğu. Yani köylü toprağı için mücadele ederken satıp nakde dönüştüreceği bir şey için değil, üzerinde üretim yapacağı bir şey için mücadele ediyor. Bir başka deyişle, kırsalda doğanın değişim değerinin yanında kullanım değerinin de hâlâ önemli olduğunu görebiliyoruz. İkinci hatırlatmak istediğim şey ise bu olgunun romantize edilmemesi hususu. Tarihte istisnaları olsa da genellikle köylünün büyük şirketlere karşı verdiği mücadelenin temelinde bir doğa sevgisi ya da ekolojik bilinç yatmıyor. Kendi somut koşullarından doğan bir gereklilikle bu mücadele veriliyor. Fakat, burada göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir nokta mevcut: Kırsaldaki üretim biçiminin somut dinamikleriyle kenttekiler uyuşmuyor. Verimlilik ve kârlılık gibi motivasyonlar nedeniyle tarımsal üretim biçimi sermaye sahiplerinin çıkarlarına uygun değil. Kırsaldaki üretim yüzyıllar boyunca kendini yenileyebilen ve düşük kârlılıkla birlikte kendine yetebilmeyi getiren bir üretim biçimi. Kapitalist sermaye için bu üretim biçimi ideal değil, çünkü kapitalist sermaye bir an önce yok etmek, tükettirmek ve büyük kazançlar sağlamak peşinde. Hâl böyle olunca kapitalist sermayeyle köylü arasındaki çatışma büyük bir tarihsel ve iktisadi bağlam kazanıyor. İşte, Greta Thunberg ile Karadeniz’de sahil yoluna, HES’lere, maden ocaklarına direnen halkı birbirinden ayıran da bu. Çevre duyarlılığına sahip orta sınıf şehirlinin mücadelesi bireysel bir yaşam biçimi tercihine dayanıyor. Ulaşmak istediği şey kendi nezdinde bir kimlik inşası, yasa yapıcılar nezdindeyse seçmeni konsolide edecek birkaç ufak rötuş. Öte yandan, kırsaldaki emekçinin mücadelesi ise başlı başına bir mevcudiyet mücadelesi. Bu mücadele doğası gereği kapitalist üretim biçimine karşı bir mücadele. Bu yüzdendir ki Greta gibi aktivistler ana akım medyada ve siyaset arenasında kendine yer bulup sempatik bir unsur gibi gösteriliyorken, köylerindeki talana karşı direnen emekçiler devletin en sert müdahalesiyle karşı karşıya kalıyorlar. Çünkü birisi sistem içindeki yanlış uygulamalarla mücadele ederken öteki sistemin tamamına, bizatihi kendisine tehdit oluşturuyor. Gördüğünüz gibi günün sonunda geldiğimiz nokta yine aynı: “Reform mu devrim mi” sorusu. Kapitalizmin yarattığı her sorunda olduğu gibi çevre krizinde de çözüm daha iyi bir kapitalizmden değil, ondan tamamen kurtulmaktan geçiyor.

Bir diğer nokta ise şehirli orta sınıfın inşa ettiği ekolojik aktivist kimliğinin nasıl kapitalistlerin ağzının suyunu akıtan yeni pazarlar açtığı. Aslında bu tartışma geniş ölçekte, emek temelli sınıf siyasetiyle hak temelli kimlik siyaseti arasındaki fark üzerine. Kapitalizme karşı verilen mücadele alan mücadelesi olduğunda, kapitalizm için yaratılan kriz de o alanla sınırlı düzeyde oluyor. Sistem bu krizden çıkmakta ve kriz unsurlarını absorbe etmekte zorlanmıyor. Tarihin bir noktasında kapitalizm için en büyük tehdit olmayı başaran kimlikler, tarihin bir sonraki noktasında kapitalizmin içinde konumlanan unsurlara dönüşüyor. Sermayeye karşı, emeğin yanında yer alıp kapitalizme topyekün savaş açamayan her hareket gibi ekoloji hareketi de bu durumun bir örneği. Bugün geldiğimiz noktada ekolojik aktivizmin aslında eko köylerde tatile gitmek, büyük marketlerin organik reyonlarından alışveriş yapmak ya da aynı markanın “cruelty-free” ürününü tercih etmek gibi tüketim pratiklerine sıkışıp kaldığını görüyoruz. Burada “Beş yıldızlı tesislerde tatil yapsa, endüstriyel gıda tüketse ve hayvan deneyi yapılmış ürünler kullansa daha kötü değil mi” diye sorabilirsiniz. Fakat daha geniş bir perspektiften baktığımızda doğadaki tahribatın ve hayvan sömürüsünün nedeninin çok küçük bir parçasıyız. Asıl olan kapitalist üretim biçimi ve onun içinde kâr eden sermaye sahipleri. Bunlarla mücadele ederken aynı kişilerin farklı pazarlar için sunduğu farklı ürünleri tüketmenin günün sonunda herhangi bir kazanç sağlamayacağı açık. Dolayısıyla bu tarz bireysel tüketim tercihleri kapitalistler için bir tehdit değil, yeni bir pazar fırsatı oluşturuyor. Tabii bunu kabullenmekte zorlanmamızın da yine sermaye sahipleriyle ve onların kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları aygıtlarla yarattıkları algıyla doğrudan ilişkisi var. Bugün geldiğimiz noktada bizden, neden olmadığımız birçok sorunun çözümü için sorumluluk almamız bekleniyor. Vicdani yükümlülüklerini bizlere pay etmeyi uygun gören sermaye sahipleri nedeniyle, attığımız her adımda çevreye verebileceğimiz zararın anksiyetesini yaşıyoruz. Yanlış anlamayın; doğadan yana olan bu kaygılarımızın hepsini tutabiliriz, bunda bir sakınca yok. Ama tüm bunları yaparken dünyayı kurtardığımızı sanmaktan vazgeçmenin bilinç düzeyinde bize iyi geleceği, önemli bir nokta. Unutmayın ki çevre konusunda dünyanın en vurdumduymaz, en hassasiyet yoksunu bireyleri bile olsak; bizler Acun Ilıcalı’nın jetiyle yaptığı birkaç saatlik bir seyahatin doğaya verdiği zararı ancak birkaç yılda verebiliriz. Bir de tersten bakalım: Bizler bütün ömrümüzü bizden beklendiği gibi belli hassasiyetlere ve sorumluluklara uygun yaşasak da İkizdere’de maden ocağı uğruna katledilen doğanın tanzimine yetemeyiz.

Peki ne yapmalıyız? Öncelikle unutmamalıyız ki, kapitalizm var olduğu müddetçe ekolojik yıkımdan kaçınmak mümkün değil. Sermaye sahibi bir azınlığın varlığını artırmak üzerine kurulu bir sistemde, doğa paraya dönüşecek hammaddeden başka bir şey olamaz. Dolayısıyla çevre krizinden kurtulmak istiyorsak, kapitalizmden kurtulmak için çabalamalıyız. Bir diğer yapmamız gereken şey de doğal kaynakların kısıtlılığı üzerinden girilen rekabet diskurundan kurtulmaya çalışmak. Doğa, birkaç zenginin kâr hırsına yetmeyebilir belki ama geri kalan bizlerin, hepimizin insanca ve barış içinde yaşamasına yetecek kadar zengindir. Son olarak ekolojik hassasiyetlerimizin büyük şirketler tarafından suiistimal edilip bir kâr fırsatı olarak görülmesi yerine; bu ülkenin derelerinde, ormanlarında, dağlarında, topraklarında devlet destekli sermaye çetelerine ve onların kâr merkezli sömürü sistemlerine karşı verilen her mücadelenin yanında olmak, direnenlerin gücüne güç katmak herhangi bir tüketim tercihinden daha somut ve etkili olacaktır.