Emre Yeksan ile Körfez filminin distopik bir evrene açılan kapılarında sınıfların çözülme hikâyesini, günümüze çatlak açan tarihi kriz anlara dikkatle bakmamız ve genişletmemiz gerektiğini öğütleyen filmini konuştuk.

Bir eve dönüş hikâyesi: Körfez

Yağmur Beril VAROL

Daha önce Semih Kaplanoğlu’nun Süt ve Hüseyin Karabey’in Sesime Gel filmlerinin yapımcılığını üstlenen Emre Yeksan’ın senaryosunu edebiyatçı kimliğiyle tanıdığımız Ahmet Büke ile birlikte kaleme aldığı ilk uzun metraj çalışması Körfez, 2017’de çekilmiş bir film olmasına karşın dünya çapında yaşanan Covid-19 salgını sebebiyle filmde gördüğümüz yer yer maskeli sahneler izleyicilerin dikkatini çekerek filmi tekrar gündeme getirdi.


Otuzlu yaşlarındaki Selim’in (Ulaş Tuna Astepe) İstanbul’daki hayatını geride bırakarak İzmir’e, ailesinin yanına dönmesiyle başlayan film, son dönem Türkiye sinemasında sıkça gördüğümüz bir figürü, yıllar sonra taşraya dönen bir karakteri odak noktasına alıyor. Fakat İzmir Körfez’de yaşanan kazadan sonra distopik bir temaya bürünen Körfez, Selim’in yolculuğunu bir öze dönüş hikâyesi olmaktan çıkartıp, kentteki hayatı derinden sarsarak, büyük bir toplumsal dönüşümü tetikliyor. Filmin başkarakterlerinden biri de İzmir; yaşayan, nefes alan bir mekân olarak karşımıza çıkıyor. Filmde İzmir, Alsancak’tan Karşıyaka’ya, Göztepe’den Çiğli’ye, Bayraklı’dan Kadifekale’ye kadar adeta sokak sokak dokunmuş.

Filmin yönetmenliğini ve senaristliğini üstlenen Emre Yeksan ile Körfez’in ortaya çıkış sürecini, İzmir’in tematik anlamda bu kadar ön planda olma sebebini ve Körfez’in distopik bir evrene açılan kapılarında sınıfların çözülme hikâyelerini söyleştik.

Senaryo fikri nasıl ortaya çıktı?
İzmirliyim, çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım İzmir’de geçti. Liseyi bitirdikten sonra okumak ve çalışmak için İzmir’den ayrıldım. 2009 yılı civarında, işsiz ve sıkkın olduğum bir dönemde ucu açık bir şekilde İzmir’e ailemin yanına kalmaya gelmiştim. Sahilde yürüyüş yaptığım bir gün, Körfez’in o çocukluğumdan hatırladığım kötü kokusunu duydum. Bende yarattığı nostalji etkisi tuhaftı. Bu kötü koku bana beklenmedik biçimde daha mutlu olduğum zamanları hatırlatmıştı. O gün yaşadığım o duygu Körfez senaryosunun da tohumu oldu diyebilirim.

bir-eve-donus-hikayesi-korfez-970781-1.

Filmlerin çekildiği şehirlerin bu derece ön planda olmasına alışık değiliz. Körfez filminde ise İzmir çok ön plana çıkarılmış. Kentin tematik olarak bu derece ön planda olmasının sebebini açıklar mısınız?
Körfez’de İzmir’i, hem bilenler için çok tanıdık bir mekân olarak kullanmaya hem de bilmeyenler açısından da herhangi bir yer olabilme özelliğini korumaya çalıştık. Hikâyenin benim açımdan, kendi kişisel tarihimle ilgili olarak İzmir ile bağı çok açıktı. Bir ‘eve dönüş’ hikâyesi benim için kaçınılmaz biçimde İzmir’e dönüş demekti. Ayrıca İzmir en iyi bildiğim şehirlerden biriydi ve filmin hikâyesinin ana elementi olan koku olgusu zaten İzmir’e dair bir yaşanmışlığın eseriydi. Fakat diğer taraftan Selim karakterinin yaşadığı duygu ve şehirde meydana gelen toplumsal çalkantı İzmir’le sınırlı olamayacak, evrensel bir duruma da işaret ediyordu. Şehri, bu ikisinin arasında bir denge gözeterek kullanmaya gayret ettik diyebilirim.

Film 2017’de çıkmasına rağmen 2020’de başlayan pandemi sürecinde oldukça benzer sahneler görüyoruz. Sizin resmettiğiniz distopik evrende Körfez’den gelen kokunun yayılmasıyla film ilerledikçe sınıfların çözüldüğünü görüyoruz. Yaşadığımız pandemi sürecinde ise durum tam tersi olarak seyrediyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Pandemi başladığında bu benzerliğe dair çok fazla mesaj ve yorum aldık. Şaşırtıcı biçimde filmde yarattığımız felaket evreniyle, karantina günlerine ait görsel ayrıntılar ve toplumsal atmosfer birbirini bir hayli hatırlatıyordu. Pandeminin başlarında Zizek gibi yazarlar bu sürecin işçi sınıfı açısından bir imkân, kapının aralandığı bir an olabileceğine dair çokça yazıp çizdi. Geldiğimiz noktada işler aksi yönde işlemiş gibi görünse de kapitalist üretim biçiminin ve toplumsal organizasyonun tıkandığı bir çağda yaşıyoruz. Pandemi bunun dışavurumlarından biri olarak karşımıza çıktı. Her türlü ekolojik ve ekonomik kriz aslında toplumsal sınıflar üzerinde bir çözülme baskısını da beraberinde getiriyor. Ama genelde kapitalist sistem bunları tamir edip kendi yararına kullanmanın yöntemlerini de bularak yoluna devam ediyor. Körfez’in finalindeki açıklık da benim için bir karşılaşma anı aslında. Bir son değil. Ertesi gün her şeyin eskisine dönebileceği, hatta eskisinden beter hale bile gelebileceği mutlu bir bulanıklık anı. Bu tip tarihsel çatlakların bizim bir sonraki kriz anında ne yapacağımızı anlamak ve genişletmenin yollarını bulmak için dikkatle bakmamız gereken şeyler olduğunu düşünüyorum.

Filmin son sahnesini izlediğimizde Selim’in film boyunca hiç olmadığı kadar mutlu olduğunu ve bunu da beklenmedik bir şekilde bulduğunu görüyoruz. Bunun sebebi daha öncesinde kendisini ait hissetmediği bir ortamda mı olması yoksa kişisel buhran sebebiyle mi bu durumu yaşıyor? Siz senaryoyu yazarken daha farklı bir final planlamış mıydınız?
Selim işsiz ve boşanmış bir adam olarak toplumun başarısızlık olarak gördüğü birçok kişisel felaketin başına gelmesine engel olamamış biri. Bu sebeple de aslında kendisini bir çeşit boş vermişliğe mahkûm etmiş. Başarısızlıkla başa çıkma biçimi bundan kahır duymaktansa bunu yaratan toplumsal koşullara karşı kayıtsızlaşmak olmuş. Ailesinin yanına döndüğünde artık kendi dâhil herkese yabancı hisseden, neredeyse ruhu bedeninden ayrı hareket eden, kendisini bile uzaktan izleyen bir adam. Bu bence buhran diyebileceğimiz sıkışmanın tersi bir durum. Selim orta sınıfın ona tanıdığı imkânlar sayesinde sıkışmadan, kendine dönen bir şiddete mecbur kalmadan aylaklık edebiliyor. Ama yine de bu durum tercih edilir bir ruh hali değil. Selim’in bu halinden kaynaklı dışa açıklığıyla şehirde ortaya çıkan olağanüstü durum üst üste gelince onun kendi öz bilinciyle yeniden buluşabilmesi, varlığına dair kayıtsızlığını aşabilmesi için yeni bir imkân da açığa çıkıyor. Cihan ve karşılaştığı diğer insanlar sayesinde Selim filmin sonunda ona dayatılan başarısızlık fikrini aşmanın ve kendi varlığının yeniden farkına varmanın mutluluğunu yaşıyor diyebilirim. Fakat bu, filmin yapımı bittikten sonra izlediğimde yaptığım yorum. Hikâyenin başka türlü okumalara da açık bir yapısı olduğunu düşünüyorum.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
İzmir’le olan bağımın Körfez ile birlikte tükenmediğini ekleyebilirim belki. Hatta son iki yıldır yeniden İzmir’e yerleşmiş bulunuyorum. Şu an parçası olduğum, çoğunluğu İzmir’de yaşayan insanlardan oluşan bir kolektif olarak yine İzmir’de geçen bir film çekiyoruz. Hem sektörel alışkanlıkların dışında kalan, farklı bir üretim modeli deniyoruz, hem de şehre ve çocukluğa dair ortak anlatılarımızı ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bu açıdan İzmir’de olmak İstanbul’da olmaya kıyasla endüstrinin dayattığı çalışma biçimlerine alternatif modeller denemeye, belli alışkanlıkların dışına çıkmak için uğraşmaya daha elverişli. Buradaki imkânların görece kısıtlılığına rağmen bunu bir şans olarak görmekten yanayım.