Yazdıklarımdan bir ‘hayır’ övgüsü çıkartılırsa yanıltıcı olur. ‘Hayır’lı çocuklar bir muhalif duruşu mu temsil ederler? Reddetmek cesur bir tavır  olarak düşünülebilir; ‘hayır’ diyenler bir fırsatı reddedip kaçırmayı göze almaktadırlar. Oysa, bir çok durumda hayır bir kaçınma ya da uzak durma ile ilişkili olabilir.

Bir evet sonsuz hayır demektir

Seçimlerde kimin kiminle ittifak yapacağı, dayanışma halinde olacağı veya destekleyici olacağı üzerine bir söz trafiğini okuyorum. Her tercihin (seçimin) bir evet kararı içerdiğini, hayır kararlarının ise kimseye evet dememe anlamına kullanıldığını, ama hayır dediğimiz dışındaki herkese evet anlamına da gelebileceğini düşünerek bu yazıya başladım.

Ülkemizde sürekli hemen o anda karar vermek gereken durumlarla karşılaşırız. Trafiğin, yasaların, toplumsal düzenin, insan ilişkilerinin belirsizliği karar vermeden yapılabilecek, otomatik işlemlerin bile yapılıp yapılmayacağına ilişkin bir boşluk ve hemenlik hissi yaratarak bizi karar ustası yapar. Bu kararların bir özelliği hızlıca verilmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesinin hemen o an yapılmasıdır. Örneğin, trafikte önemli olan bir öndeki otomobili geçip geçemeyeceğinizdir; geçtikten sonra hangi kamyonun altına girdiğiniz ya da öndekinin hangi şarampola yuvarlandığı başka bir dünyaya ait bir mesele olarak yaşanır. Sonuçları hesap edilmeksizin yaşama eğilimini besleyen, ölümün er ya da geç değil de her an gelebileceği hissini içimize gömen bu yaşam tarzı heyecanlı ama bir o kadar da tekinsizdir. 

Sürekli stres/alarm hali, basiret bağlayıcılığı bir yana, beyinsel muhakeme mekanizmalarını kilitler ya da devre dışına çıkartır. Belkiye dayalı sosyal belirsizlik ortamlarında evet ve hayırlarımızın giderek şans gele bir yanı olur. Alışkanlıklarımız kadar o andaki güvenlik algımız, karşıdakinin inandırıcılığı gibi kaygan göstergeler evet ya da hayır seçeneklerinin arasındaki git gellerimizi belirler. Hayatımızın ilk evet ve hayırlarının ortaya çıktığı yıllardaki yaşama düzenimiz sonrasına ışık tutabilir.

Konuşmayı öğrenirken, ilk kazanılan kelimelerden birisi “hayır” ve o anlama gelen her şeydir (bkz. “yok”, “yoo”, “ııh” ya da kafayı sağdan sola sallama). Sadece İngilizcedeki “no”nun söyleme kolaylığından değil  herhalde... Ağzından çıkan ilk kelimesi, “yedi” ya da “bulut” olan çocuklara da rastladım, ama “hayır” (daha doğrusu o anlama gelen ses ya da sözcük) genellikle ilk sıralarda tercih ediliyor. İşin ilginci, bu ilk öğrenilen kelime sadece bebeklerde değil, koca koca insanlar için de geçerlidir. Yabancı bir dil öğrenirken, hatta dilini bilmediğimiz bir ülkede çarşıda pazarda gezerken, öğrenmeyi tercih ettiğimiz ya da öğrenmeye mecbur kaldığımız ilk kelime “hayır” olur. Üstümüze doğru gelen satıcılara, sataşanlara, yolumuzdan alıkoyanlara yüksek sesle “hayır” diyebilmek akıllıca olur. “Hayır”dediğimizde bir fırsat mı kaçırırız? Yoksa, riskli ya da tehlikeli bir durumdan mı kaçınırız? “Hayır”, güvenlik duygusunun passwordüdür. Bir durumu anlamadığımızda, aklımızı erdiremediğimizde, bir şeyden korktuğumuzda ya da birisinden ürktüğümüzde, “hayır” bizi tehlikeden uzak tutan sözcük olur. ‘Önce güvenlik’ anlamına da alabilirsiniz (Bu paragraf Düşe Kalka Büyümek’teki eski bir yazımdan olduğu gibi).

Bebeklerin yüzlerini buruşturarak, kaşlarını kaldırarak ve kafalarını iki yana sallayarak ‘dedikleri’ hayır’lar en çok ağızlarına sokuşturulmaya çalışılan kaşıklara (ve içindeki besinlere) karşı olur. Çocuğun sevmediği, “hayır” dediği verilen besinin kendisi midir, yoksa besinin sokuşturulmaya çalışılması mıdır? Zorlamayla yedirilen bebeğin bin bir sebzenin karışımından emek emek hazırlanmış püremizi ağzına sokmamasını (sokmamıza izin vermemesini) yadırgarız. Terrible two (İngilizcede “Felaket İki” demek) diye bilinen yaş döneminin (18-36 ay arasındaki kendisiyle dış dünya arasındaki sınırları keşfedip genişletmeye ve korumaya çalıştığı zaman) her şeye hayır diyen çocuğu bağımsızlık çabasıyla gururumuzu okşarken (‘özgüvenli olacak’), hayır’cılığıyla da sinirimize dokunur, biraz da korkutur (‘bu şimdiden böyle olursa...’). 

Ülkemize sınırlı olmayan bir antipatiyi yansıtan Felaket İki terimi zorlamacı yönetim tarzının kodlarını taşır. Anne-babanın koyduğu (koyması da gereken) kuralları kabul ederek sisteme dahil olan bebek belli yetenekleri bu sistemde kazanır. Ancak her kazandığı yetenek onu içinde olduğu sisteme karşı çıkma ve sistemi dönüştürme becerileriyle donatır. Felaket olarak adlandırılan bu dönem siyasi bir anlamlandırma yaparsak ayakların baş olma veya baş tacı edilme dönemi olarak da görülebilir.

Anne-babanın bu paradoksal rolü ‘bir sonraki kuşakta kendisini aşma’ arzusu şeklinde gösterir. ‘Çocuklarımız bizden iyi olsunlar’ söyleminde çocukların bu iyi olmayı belli bir mücadeleyle mi (çekişerek, çatışmasız) yoksa bizim onlara adeta bahşedeceğimiz özgürlüklerle mi (hiç çekişmeden, ama ileride çatışarak) gerçekleştireceği konusu modern anne-babanın ikilemi gibi... 

Bahşiş özgürlüklerle büyüyen çocuklar bir anlamda anne-babalarının franchise’ı gibi (merkezi bir işletme modeliyle farklı yerlerde yerel sahiplerle hizmet veren kuruluş anlamına) kendilerinin olmayan kimlikler ile yetişirler. Ne anne-babanın ne de çocuğun birbirine ‘hayır’ demediği, ya da çocuğun anne-babaya ‘hayır’ demek yerine onlara zorla, zoraki ‘evet’ dedirttiği durumlarda ertelenen çekişmeler kendisini anne-babasının franchise’ı olmaktan kurtaramayan çocuklarda er ya da geç tahripkâr ve ciddi çatışmalar biçiminde peyda olur.

Bu yazdıklarımdan bir ‘hayır’ övgüsü çıkartılırsa yanıltıcı olur. ‘Hayır’lı çocuklar bir muhalif duruşu mu temsil ederler? Reddetmek cesur bir tavır  olarak düşünülebilir; ‘hayır’ diyenler bir fırsatı reddedip kaçırmayı göze almaktadırlar. Oysa, bir çok durumda hayır bir kaçınma ya da uzak durma ile ilişkili olabilir. ‘Evet’ diyenler bir fırsata evet derken binlerce ya da sonsuz sayıda fırsata hayır demiş olmazlar mı? Bu daha yürekli bir duruş sayılmaz mı?