Sırp oyun yazarı Duşan Kovacevic'in 1991’de yazdığı komedi tarzında tiyatro oyunu ‘Profesyonel’ bugün hala kapalı gişe oynuyor. Oyunda Teodor Kray karakterindeki Yetkin Dikinciler’le bir araya geldik. Sistemle bizi yüzleştiren bu oyunun hem arka panını hem de bugüne dair söylemini konuştuk.

Bir faşist de değişebilir

GÜLŞEN İŞERİ/gulseniseri@gmail.com

-‘Profesyonel’ oyununuz devam ediyor. Duşan Kovaçevic’in bir sistem eleştirisi olan oyunu bugün hala kapalı gişe oynuyor, bunun nedenini kendinize sordunuz mu?


Kovaçevic 1991’de yazmış, bitirmiş oyunu… Sosyalist, öz yönetim dağılmış,  Tito’nun kendi coğrafyasını korumak, kollamak için geliştirdiği sistem, ülkede yaşayanlar tarafından baskıcı totaliter rejim olarak görülmüş, sonunda özgürlükçü arayışlarla başarıya ulaşmış. Ekonomi alt üst olmuş bu yolda mücadele eden edebiyat öğretmeni Teodor Kray’ın karşısına emekli polis Luka Laban (Bülent Emin Yarar) dikilir,  birbirlerine kendi hayatlarını anlatırlar… Teodor, yeni dünya düzeni kurmak, aydınlık yarınlar için kendi hayatını feda etmiştir.  Luka ise bir sisteme inanıp, onun piyonu olarak isterse öldürecek yetkileri elde bulundurarak edebiyatçıyı takip etmiştir ama bu takip sırasında o da kendi hayatından olmuştur.

Aleyhte olduğunu düşündüğü sanatçının söylediği her söz, polis Luka’nın öz oğluyla birlikte paylaştığı sözlere dönüşmüştür.  Okula başlamıştır edebiyatçıyla,  iki kişi de yarımdır, sonunda ancak bir kişi ederler.  O edebiyat öğretmeni sistem değişmedikçe ve sisteme hizmet ettiği sürece koltukta oturacağını anlamaktadır, poliste herkes yitip gittiği için, devletin bekasına hizmet ettiği için aç kalmamak için taksi şoförlüğü yapmaktadır.  Üstelik de hastadır. O coğrafyada o gün için yazılmış oyun bu coğrafyada bugüne, değişen her güne gönderme yapıyor. Pasif, izleyen durumundaki seyirci sorularla boğuşan insan konumuna geliyor.


- Biz buna açık mıyız? Sorgulamaktan uzağız çünkü, kaldı ki hayatımızda televizyon var tiyatro ne kadar etkili?

Toplumda görüyorum ki açık değiliz… Televizyon kutusuna sığan her şey ehlileşmiş ve bizden uzak konumunda…  Bilgi alıyoruz, size bir iletim oluyor o. Görüntülerde bir yerde çocuğun öldürüldüğünü gördüğünüzde o evinizde sıcak çayınızı içerken, sizden uzak bir şey olarak ehlileşiyor ve size dokunmuyor gerçekten. Yüreğiniz mi? Onun hesabı da verilir ama yürekler de soğumaya başladı bu yüzden. Televizyon izlemek ve sanıyorum gazetelerin üst başlıkları gerçek gündemi değil yaratılmak istenen, ülkede hüküm sürmesi isteneni dayatıyor.  Biz de hem inanmak hem de inanmamak arasında kalıyoruz.

Ancak tiyatro başka,  tiyatro eylemini seyirciyle paylaştığımızda,  evet açık diyebilirim, birincisinde ne kadar mutsuzsam, tiyatroda oyunu paylaşırken bir o kadar umutluyum…


-Bu birazda sizin bakış açınız elbette…

Bu benim iyi niyetim olabilir, oyundaki coşkumun karşılığını bulmak için söylüyor olabilirim, ama yalnız değilim; sahneye birkaç kişi çıkıyoruz,  Bülent Emin Yarar’la kendimize söz verdik, bu oyun zor oynanan bir oyun, bir dakika samimiyetsiz olursak oyunun devam edebilmesi mümkün değil. Tıpkı bize kılavuz olan yazarın yazdığı gibi… Onun düşüncesini anlatmaya çalışıyoruz. 

Oyun çok güzel bir şey anlatıyor:  “Farkına varın” diyor. Sisteme hizmet ediyorken çok iyisinizdir, sizin saçınızı okşarlar, birazcık durursanız, “ne yapıyorsun”, karşı bir söz söylerseniz “sus” derler. Biraz sesinizi yükseltirseniz ağzınızı kapatır, hareket ederseniz tokat atar, devam ederseniz de yok ederler… Sistem böyledir.  Yazar: “Sistemin bir parçası olarak siz koca duvarın tuğlalarısınız, sizin inşa ettiğiniz bir şey bu. İster çekip alırısınız kendinizi, ister o yapının, o parçanın ara taşı olmaya devam edersiniz” diyor. O kadar arınmış ve kendisini eleştiren bir yöntemle başlıyor ki oyuna, seyircinin eleştireceği bir şey kalmıyor. Aynı sorgulamayı kendisinden istiyor seyircinin,  seyirci de bunu yapıyor. Yapmak istemeyen var ama bu dışsal bir tepki. Yürek, içeride nasıl yanıt veriyor,  bence içeride kıpırtı yaşanıyor, buna açık oluğunu hissediyorum.

Sözü sözle tarif etmek her şeyin başı ya da sonu değildir. Söz mananın dışavurumudur, biz mananın peşindeyiz. Manayı paylaştığımızı hissediyorum seyirciyle, bunu da o oyuna bilet bulmaya çalışarak zaten gösteriyorlar.


-Türkiye’nin son günlerine dair konuşursak o yürek dediğiniz meseleye geleceğiz… 31 Mayıs Türkiye için bir dönüm noktasıydı… Ve 11 Mart Berkin Elvan cenazesi de… Nasıl yorumluyorsunuz?

Önce de vardı, Hrant Dink de böyleydi.  Zaman zaman bunu yaşadık, boğazımız düğümlenirken bir yudum su gibi geldi onlar. Tıkanmışlığı açan şeyler elbette. Aslında yalnız olmadığımızı hissettiğimiz duygusudur bu.  31 Mayıs, Hrant Dink, Berkin Elvan… Ne mutlu ki tek hissettiğimizin şeyin sokaklarda olmamız gerek olduğu.  Sokaklardaki durum; dinlemeyin dedikoduları,  tapeler mi, bence onları da dinlemeyin, bakın birbirinizin gözlerinin içine, hesap verebiliyor musunuz bir birinize? Yoksa tabii ki birileri aleyhte birileri lehte propaganda yapacaklardır.  Kumpaslar kurabilirler, tuzaklar kurabilirler.  Bir yerde canımı sıkan bir şey varsa, soru sormak ve cevabını almak benim hakkım… Bu, tam da yönetim dediğimiz kademinin, başka türlü hizmeti, başka türlü servisi, başka türlü yaşamamızı düzenleme…   Yönetim, beni yönet diye değil, birlikte bir sitem organize edelim, hepimiz mutlulukla, aç kalmadan, isteğimiz insan haklarından mahrum kalmadan yaşayalım organizasyonudur.  Siyasette bunun filozofudur.

-Bu sistemin devamı zaten…

Ta kendisi…  Bu hiçbir zaman bitmedi ve bitmeyecek ama nerede bitmeyecek, zihinlerde bitmeyecek. Somut olarak ihtiyacımız var mı? Düşünüyorum, hiçbir örgütün üyesi değilim, cemaatin, partinin, deneğin, vakfın…  Yaptığım iş gereği sendikalıyım, örgütlenmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum ama bireysel olarak, katılımcı olarak. Bir şeyin ona biat eden parçası olarak değil, soru soran cevap arayan biriyim, onların peşindeyim…

-“Bu düzen bozulmasın, rahatım kaçmasın” diyenler var…

Böyle bir erk var ortada, insanlar diyor ki: “bunun parçası olursam yaşadım” çünkü kolay olan bu… O yüzden de bu düzenin değişmemesini istemek o kadar anlaşılır ki! “Aman değişmesin, aman bulandırmayın, devam etsin… Çünkü umutlarım var benim, kolay umutlarım var, emek yok… Güç sarf etmek yok!”

Batılı beyaz adam hangi barışı getirmiş?

-Türkiye’de sorun kahraman arama sorunu olabilir mi?

Kahraman arıyoruz doğru.  Prometheus… Ateş içimizde başka yerde aramayalım. Kahraman aradığımız içinde her şeyi ona devrediyoruz.  Ortaçağ karanlığından da kurtulamıyoruz böylece… “Büyüklerimiz bilir, hocalar bilir” şeklinden yaşamaya devam ediyoruz…

-Burada lider, kahraman önemli değil mi? Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya pek çok kesimin gözünde birer kahraman, bugün hala bunları konuşuyorsak...

Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok,  onlar yapı taşlarıdır. Yeni taşlar lazım, yol uzun. Ondan bahsediyorum. Bu birikimdir… Kültürel ve mücadele tarihinin taşlarıdır…  Ama biz bugünün taşlarını dizmezsek geriye doğru gitmez miyiz?

Oyuna dönecek olursak,  oyun o gün için yazılmış, doğruları var ama bugünü de yansıtıyor, bugünün karşılığını ülkemde bulmazsam, izleyen seyirci zihninde bulmazsa bu coğrafyaya dair doğru yanıt veremez.


-Oyun iktidarı, bugünkü sistemleri eleştiriyor zaten… Sistemler devam ettikçe iktidar dediğimiz değişmeyecektir değil mi?

“Bugün iktidarda olanlar” diye bir cümle var bizim oyunda; oyunun yazarının, o gün iktidarda olanlar için söylediği… Bu cümle, oyunu bugün izleyen seyirci tarafından bugünü çağrıştırmıyorsa o oyun demodedir. Her türlü, görüş, inanç demodedir…

Evet, bir şeyler oluyor, yüzsüzlükler,  iki yüzlükler vs… Bugün Ortadoğu coğrafyasında hangi barıştan söz edebiliriz Batılı beyaz adamın getirdiği? Daha Kızılderili’yi kovarak başlamış, topraklarından etmiş bir anlayışın, Mısır, Irak, Suriye, Afganistan’a barış getirebilir mi? Biz bunları iyi ayıklamadıkça kafamızdan, bugüne dair cevap veremeyiz...


Hitler’i de oynarım

-Kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz, diziler, filmler ve tiyatro?

Hikaye paylaşmak önemli. Dışarıda çakmak çakan birini, mağaradaki adama anlatmaktır derdim…  Dışarıda beni yiyecek bir vahşi hayvan varsa mağaraya girip uyarmak insanları… Silahınızı alın, taşlarınızı yontun demek görevimiz…

-Kıstaslarınız var mı? Onlar ne gibi kıstaslardır?

Mesela bana, “Nazımı oynadınız Necip Fazılı oynar mısınız?” diyorlar. "Hitleri dahi oynarım" dedim. Yahu dedim eğer bir filmde Hitler, gerçek anlamıyla dünyanın başını belaya sokan, toplumun sessizliğiyle birlikte ortaya çıkan figür olarak anlatılacaksa, onun mantalitesi, büyük bir iştahla oynarım hem de. Hikâye önemli.

-Gelelim sanatçıların son yıllardaki başkaldırılarına… Daha doğrusu Emek’le birlikte yaşadığımız bir süreç, katılır mısınız?

Bu, yeni ve Emek’le olan bir şey değil. Dokunulmazlığı olan vekilleri nasıl kafalarını tutarak araçlara soktuklarını biliyoruz … Yaşandı. Burada biz sanatçılara negatif ayrım da var. “Artistlik yapma” diye söz var hatta. Vatandaş olduğumuz ve bizim de söz hakkımız olduğu unutuluyor. Bize diyor ki “sen artistsin!” “Hayır kardeşim, ne oyuncu ne de artist olduğumuz için, bu memleketi, bu toprakları birlikte paylaştığımız için söz söyleme hakkımız var” diyoruz. 

-Neticede sanatçılara baskı oluştu….

“Sanatçı olarak” diyerek siz de ayrım yapıyorsunuz ama tabii bir sanatçıyla konuşuyorsunuz.  Kendinizce… (Gülüyor)

-Peki, bir yurttaş olarak korkuyor musunuz?

"Korkunun ecele faydası yok" derdi anneannem. Bir yerde yanlış varsa tabii ki burada ucuz kahramanlık yapıp ölmek istemem.  Yaşamsal içgüdülerim var… Nefes almak, çünkü bir tane hayat var ve bitecek. Zaten bitecek bir şey için korkmam ama yaşamak da istiyorum. Çünkü: "Bir dakika dur, bu yanlış" demek istiyorum, burada da korkunun üstüne çıkan bu… Her türlü korkunun üstüne çıkıyorum. Burada ‘onur’ sözcüğü devreye giriyor.  Kaybedecek şeyi olan korkar, bu da hayatın dengesidir… Ben emeğimle inşa ettiysem korkmuyorum kardeşim, yıkarlarsa yeniden yaparım.

-Tabii Türkiye’de dengeler o kadar hassas ki,  ölümleri bile kıyaslıyoruz…

Şundan da bıktım, Allah’tan sosyal ortamlarda yokum, biri için bir acı beyan ettiğinizde “şehitlerimiz için böyle konuşmuyorsunuz” derler,  bitsin artık bu. Acı acıdır… Kıyaslama yapılamaz. Yahu her birinin yeri ayrı… Benzetmeye çalışarak hayatımızı benzettik, yapmayalım! Kıyasa gerek yok, ateş düştüğü yeri yakar…

-Tüm bu söylemler kutuplaşmayı da yaratıyor tabii… Burada sandık önemli sizce? Sandığa gitmeli mi?

Akıl yoluyla mücadele etmenin zamanı. “Sus! O söylediğin doğru değil” demenin zamanı.

-Bir şeyler değiştirir mi?

İnsan değişebilir, dönüşebilir, hırsız bile hırsızlıktan vazgeçebilir…  Hırsız çaldıklarını teslim etsin alnından öperim… Doğduğumuz gibi miyiz, öldüğümüzde nasıl olacağız? Ama her şeye fırsatımız var. Nasıl biri olmak istiyorsak, öyle öleceğiz.

-Peki, daha sert soralım; Türkiye’de faşizimle mücadele var… Bu nasıl değişecek?

Bilimsel araştırmalar yapılıyor ama ben burada dahi keskin sınırlar çizen biri olmak istemem. Bir köpek ya da bir kaplan bakıcısının kolunu yediğini biliyoruz ve 19 yıl ona bakmış bir bakıcı. Onun tabiatı. Faşizm tabiat değil. Faşizm insan aklının eylemdir, tercihidir, edilmeyebilir ve ben bu umudu taşımak istiyorum. “Bir faşist değişmez” demek istemiyorum. Değişsin istiyorum. Bu çünkü kutuplaşmaya başka türlü hizmet eder. Faşistdiye diye ötekileştiriyoruz… Faşizm var, hayatımızın içinde de…

-Vicdandan söz ediyoruz ama aklımızın almayacağı durumlar da yaşıyoruz…

Konuşmanın yetmediği yerde elimi ve kolumu kullanmaya başlarım. Neden kullanmayacağım! Yaşam alanım ve yaşam hakkım var… Saldırı varsa savunma hakkım var…

-Bugüne dönelim, Başbakan’ın konuşmasını dinleyebiliyor musunuz?

Dinlemeye çalışıyorum. Israrla yapıyorum çünkü kontrolü elden tutan biri olduğumu biliyorum.  Öfke seline kapılmam. Anlamaya çalışıyorum. İçerik dışında anladığım bir şey var;  kutuplaşmayı özellikle çok fazla görünmeden el altından yapmaya çalıştığını zaman zaman cesaretle gün yüzünden de ama gün yüzünde yapmasa bile gece sürekli yapıyor. Bunu neden yaptığına dair sorarsanız ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bu evladına kahramanlık göstermek isteyen babanın isyanıdır. Ya da sevgilisine yiğitlik gösterisi yapmak için yanından geçen birine “ne bakıyorsun” der ya, aslında bakan filan da yoktur,  ne kadar yiğittir sevdiceğine, onu göstermek ister.  İhtiyaç bu, bu da naif bir şey, bunu yapmaya çalışıyor, Bush yaptı. Sınırların ötesinde düşmanlar yaratarak yaptı!

-Aslında geçen her lider izler bırakarak gidiyor ve bu izler hep acı…

Biz bu ülkede neler yaşandığını biliyoruz. Bu ülkede hapishanelere operasyonlar yapıldı. Üzerine benzinli battaniyeler atıldı insanların, diri diri yakıldı! Erk böyle bir şey… Bugün de aynı şey yaşanıyorsa bugünü de konuşacağız.

-Buradan Muhteşem Yüzyıl’a gelelim… Kara Ahmet Paşa rolüyle dizidesiniz...

Kara Ahmet Paşa da ölümlü Süleyman gibi…  Muhteşem Yüzyıl, senaristler tarafından işleniyor olması önemli, devletin bekası üst başlık olduğunda alt taraf teferruat oluyor,  bu güzel işleniyor.

Geçen televizyonda izliyorum, program biterken şöyle bitirildi; “demek ki devletin bekası için evlada bile kıyarsınız!” Bugünkü iktidar da evladına kıyar mı demek istedi bilmiyorum ama bırakalım da kıymayalım!


-Dizilere gelmişken, Muhteşem Yüzyıl da tarihi ele alan dizilerden biri… Bu tarz dizilerin popüler kültür içinde olması avantaj mı dezavantaj mı?

Baktığınız zaman hepsi ticari… Eğer birinin işine gelen olursa “böyle bir şey varmış, dur bakalım gerçekte ne olmuş” derlerse avantaj…

Neticede diziler bir kurgudur, kurgu gerçeğin ta kendisidir bir yanıyla…  Dramda var bunun içinde. Bu konuda da bireyin sorgulaması şart…

Tarihten söz ettiğimizde geçmiştir, tarih geçmemiştir, tarih bugündür, bugünden söz eder.


-Muhteşem Yüzyıl dram ama bir yanıyla da tarihin ta kendisi mi?
 

Drama yapıyor, bunu yüksek çıtada yapıyor. İzinden söz ediyorum, gelenek var, devlet nasıl korunurdan bahsediyor ama hiçbir drama gündeme şunu söyler ya da söylemez diye suçlanamaz. Mesuliyet onu yapanlarda değildir. Tarihi yanıltıyorsa tarihçiler vardır, bakarlar, araştırırlar…

-Dizilerin 90 dakika olması ve çok uzun çalışma saatleriyle ilgili neler söylersiniz?

Üretimi ortaya koyanlar dur demeyeceklerse kimse dur demez. Gittiniz mi yenileri var derler.

-Yeni bir film var mı?

Kızım İçin adlı bir film yapmıştık. Mart sonu vizyona girecek. Hakan Haksun yönetmeni… Baba kız hikâyesi…

-Dramı seviyorsunuz sanırım…

Hayatımız dram… Güldürün bizi derler ya, acıklı hikâyeler görmek istemiyoruz derler…  Bu ne biliyor musun; acılarımızla yüzleşmediğimiz için gülmek istiyoruz, bırakın acılar vursun yüzümüze, arınalım, yıkanmadan arınamayız çünkü… Ben dramla da eğleniyorum. Acıyla yüzleşelim ya, “ayy ben ona bakamam…” hayır bakacaksın!

O yüzden de bir şeyin beni yok etmeden mücadele etmekten yanayım… Feda ruhundan arınalım, feda son noktadır… Yapacaklarımız varken o canla… Mücadele bence en asil olanı… Onurlu mücadelemiz sürecek… Hayat güzel…