Yavuz Ekinci yüzünü dini meseleler ve kutsal kitaplar üzerinden Batı’ya çeviriyor, Odyseeus’u arayan Telemachus meselinden yeni mesel icat ediyor: Cebrail’i arayan Mehdi

Bir felaket çağı tiradı

İrem Uzunhasanoğlu

“Gördüm, ellerinde pala, ağızlarında salya, ruhlarında nefret, kalplerinde karanlık, gözlerinde hınç olan insanları. Gördüm, evlerin, mağazaların, pasajların, kiliselerin, sinagogların, camilerin, hanların, konakların, bahçelerin, okulların, dükkânların yağmalanıp talan edildiğini. Gördüm, ölmüş annesinin kanlı memesini emen bebeği... Gördüm, sokağın kuytu köşesine doğru sürüklenen kadının yeri döven çıplak ayaklarını...

Gördüm, kentin sokaklarında, caddelerinde, evlerinde, parklarında dolaşan mezarsız ölüleri. Gördüm duvarlardaki kurşun deliklerine yuva yapan serçeleri...” (sf:150)

Yavuz Ekinci’nin ‘Felaket Çağı’ serisinin son kitabı ‘Peygamberin Endişesi’nin başkarakteri ve seçilmiş kişisi Mehdi gördüklerini böyle dile getiriyor. Büyük Kent’te şahit olduğu elim olayları, zorbalıkları, vurdumduymaz insanları çıplak gözleri ile görürken eli kolu bağlı oturmak onu neredeyse deliliğin eşiğine getirip, okurun önüne bırakıyor. Büyük Kent’in arka sokaklarından birinde karısı Sara ve kızı Şinda ile yaşayan Mehdi’ye nisan ayının sıradan bir gününde Cebrail görünüp “Bak!” diyor “Bütün gözlerinle bak!” Melek onun gözkapaklarına, dudaklarına, kulaklarına usulca dokunuyor ve “Ey Mehdi, sen tanrının elçisisin” dedikten sonra ortadan yok oluyor. Bunun üzerine yere yığılan Mehdi, evde gerçekleşen doğaüstü olayların da etkisiyle, kendini bu çağın seçilmiş peygamberi olduğuna inandırıyor, Cebrail’i aramak üzere sokaklara çıkıyor ve romanın sürükleyici ve eğlenceli serüveni başlıyor. Mehdi, sokak sokak Cebrail’i arayadursun; Ekinci de bizi Büyük Kent’in meydanlarında, ibadethanelerinde, barlarında ve mezarlıklarında gezdiriyor. Mehdi, Dublin sokaklarını, hastanelerini, kiliselerini gezen Leopold Bloom’a dönüşürken; metin de kendini Ulysses’in olay örgüsünün döngüsünde bir yerlere konumlandırıyor.

Yepyeni bir mesel
Daha önce yazdığı eserlerle kâh politik sorunlara değinen, kâh toplumsal meselelere parmak basan ve okurlarına Doğu esintileriyle harmanlanmış masallar sunan Ekinci, bu kez yüzünü Batı’ya çeviriyor. Batıya çevirmişken de metinlerinde her zaman kullandığı dini meselleri ve kutsal kitapları eksik etmiyor. Odyseeus’u arayan Telemachus meseli üzerinden yepyeni bir mesel icat ediyor; Cebrail’i arayan Mehdi.

Mehdi aslında bizden biri. Şehrin mahşeri kalabalığı taşıyan metrosuyla seyahat ediyor, Berber Musa ve Fırıncı İbrahim’le kaldırıma tabure atıp, tavla oynamalarını izliyor, dertlerini tweet atarak dile getiriyor, Leonard Cohen’in şarkı sözlerine eşlik ediyor ve elinde nasır bandıyla hayatına illet olan musibet nasırını tedavi etmeye çalışıyor. Orhan Veli Kanık’ın Süleyman Efendi’yi anlattığı şiirinde ‘Hiçbir şeyden çekmedi dünyada nasırından çektiği kadar’ dizesine selam edercesine tüm romana yayılmış bir nasır sıkıntısı var. İncir sarıyor, lahana kapatıyor, kaya tuzu ve sarımsaklar eziyor ama nasırının gittikçe kötüleşmesine mâni olamıyor. Hele biri üzerine basınca acısı hançer gibi yüreğine saplanıyor. Roman ilerledikçe nasır sertleşiyor, Mehdi topallamaya başlıyor, yazar da bizi kitabın sonuna hazırlıyor; “Bu acı hiç geçmeyecek.”

Mehdi tweet atıyor
Yavuz Ekinci, romanının içine küçük oyunlar ve metinlerarası atıflar da saklamış. Örneğin önceki eserlerinde kullandığı ‘insan derdi kadar büyük olurmuş’ gibi vurucu cümleleri Mehdi tweet olarak atıyor. Romanda anlatıcılar değişirken, yer yer üst kurmacaya da rastlıyoruz. Örneğin Mehdi’nin ‘Peygamberin Endişesi’ isimli romanın yayımlandığını görmesi ve ‘Bu çağda peygamber olmak zor’ sloganını bir reklam panosunda okuması bizi doğrudan Cervantes’in Don Quixote’sine götürüyor. Karakterlerin kendi arasında konuşurken “Biliyor musun Cervantes diye birisi bizim romanımızı yazmış” demesi bizi nasıl üst kurmacaya dahil ediyorsa, Ekinci de bu küçük oyunu romanına yerleştirmiş.
Yazarın diğer romanlarındaki gibi bu kitabında da semboller baskın. ‘Yedi’ rakamı bunlardan biri. Dini olarak önemli bir yer tutan ‘yedi’ sayısı bazen kuşların Mehdi’nin evini tavaf ettiği sayı, bazen nasırına kullanacağı kürün gün sayısı, bazen köpeklerin Mehdi’nin etrafında döndüğü tur, bazen de Mehdi’nin annesinin çocuk sahibi olamadığı yıl sayısı olarak karşımıza çıkıyor.

Kuyu da romanın diğer önemli sembollerden biri. Yusuf’un, Şems’in, Murakami’nin, Orhan Pamuk’un kuyularının ışığında, yazar bu hikâyelerin pastişini başarıyla - hem de ironik bir sahne ile romanına yerleştirmiş. Bu metni Sigmund Freud okusa kuyuyu anne rahmi olarak algılar ve Mehdi’nin anne arayışında olduğunu bize söyler miydi? Kesinlikle evet.
Yan karakterlerin isimleri de yazarın sembolizm merakından payını alıyor. Fırıncı İbrahim, Balıkçı Yunus, Berber Musa, diriltilemeyen küçük çocuk Süleyman... Adlarını tarihteki peygamberlerden alan yan karakterler, yazarın ellerinde bir satranç hamlesi gibi öne sürdüğü piyonlara dönüşüyor. Romanın bir diğer önemli sembolü de Mehdi’nin sarhoşların elinden kurtardığı, kadim zamanlardan kalma bir rahibe ait olan ama şimdilerde bir küllük görevi gören kafatası. Kafatası denince akla hemen Danimarka Prensi Hamlet geliyor. Hamlet’in kafatası ile konuştuğu ünlü ‘olmak ya da olmamak’ tiradında;

“Düşüncemizin katlanması mı güzel, Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı Dur, yeter! demesi mi?” der. Burada yazarın bize hem imgesel hem de düşünsel olarak vermek istediği mesaj Mehdi’nin varoluşsal sıkıntılara sahip bir birey olduğu olabilir. Elinde kafatasıyla dolaşan Mehdi, okurunu kahkahaya boğacak kadar komik olaylar yaşasa da, aslında kafatasına sarıldığı her an hayatın gerçekliğine sımsıkı tutunuyor. Hamlet’in tiradında dediği gibi Mehdi, bu yüzyılın zalimliğine boyun mu eğecek yoksa “Dur!” mu diyecek?

Fantazmagorik evren
Ulysees ve Hamlet’ti ortak teması olan baba eksikliği, ‘Peygamberin Endişesi’ romanında anne eksikliği olarak karşımıza çıkıyor. Annesi Zehra, Mehdi’yi doğururken ölür. Dünyayla olan en sıkı bağının aniden yok olması onun sağlam ilişkiler de kuramamasına neden olur. Karısı bile ilk hezeyanında onu terk eder. Babaannesi tarafından yetiştirilen Mehdi’nin var olma sancıları, ona gaipten sesler duyuran psişik olaylar ve pençesine düştüğü nevrotik durumu da bu yoksunlukla açıklanabilir.

Bu nevroz kendisini peygamberlik makamında görmesiyle birlikte iyice ironik bir hal alır. Öyle ki Mehdi dünyanın tüm acılarını benliğinde -ve nasırında- toplayan bir bireye dönüşür. Acısını dile getirmek istedikçe bir dizi arayışa girer, arayışları onu kerhane sahnesindeki gibi komik durumlara düşürür. Mehdi arayışının peşinde yaşamın akışına daldıkça ruhsal durumunda da ipin ucu iyice kaçar. Bilincini mümkün olduğu kadar dışlamaya başlar ve kendi rüyalarına hapsolur. Mehdi’nin bu arayışı Yunan Mitolojisi kaynaklı olabilir çünkü arzularımızın peşinden gitme öğretisi bize tanrılardan gelmiştir. Onun bu arayışı, arzularıyla birleşip bir de işin içine yazarın fantazmagorik evreni ve dünya ağrısı karıştığında işte karşımıza bu modern çağ peygamber masalı çıkar. Mehdi “her şeyin müsebbibi benim” der “gördüm” der “kimse ne ölenler için acı çekiyordu, ne de yas tutuyordu” der. Peki acıları görüp, yasını tutuyor olmamız bizi peygamber mi yapar yoksa Mehdi gibi bir meczuba mı dönüştürür?” Görmezden geliyor olmamız bizi insanlık sıfatından mı sıyırır? Bu soruların cevabını Yavuz Ekinci okura bırakıyor. Hani gündelik kullanımda “peygamber sabrı var” derler ya, işte öyle bir karakter portresi çizip kucağımıza bırakıyor Mehdi’yi. Okura da onunla keyifli yolculuğa çıkmak ve çıkmışken bolca düşünmek kalıyor.

Lanetli hafıza
Geçmişteki peygamberlere bakınca Mehdi’nin sonu da ironikliğine ve acizliğine yakışır bir şekilde bitiyor. “Sessizliği bulmak için çöle mi gitsem?” diyen Mehdi’nin çağın seçilmiş kişisi olma inadı, tiradı, meseli de başladığı gibi komik bir şekilde sonlanıyor. Ben de Yavuz Ekinci’nin bir diğer romanında okuduğum şu cümleyi anımsıyorum “Hafıza insanoğlunun üzerindeki en büyük lanettir.” Her ne kadar takvimler ileriye seyahat etse de Mehdi’nin belleği ısrarla onu geçmişe doğru hareket ettiriyor. Böylece Mehdi de lanetli hafızaya sahip bir kadim filozof edasıyla gezerken modern zamanın sakil duran, uyumsuz bir parçası haline geliyor. Onun zedelenmiş zihinsel karmaşası ise gerçeklik ve mistisizm arasında gidip geldikçe okur da şu soruyu yöneltebilir: “Sahi, şiddetli toplumsal acılarda ve travmalarda aynı kalabilmek mümkün müdür yoksa Mehdi gibi tüm fiziksel ve ruhsal acıyı bünyesinde toplayan ve sonunda ateş topuna dönüşen ‘sahte’ peygamberler mi oluruz?”