Düşük tenörlü vicdanların, ruhlarında açtığı deliklerle, kevgir gibi, öteye beriye koşturarak su taşıdığını sanan insan kalabalığının arasından

Düşük tenörlü vicdanların, ruhlarında açtığı deliklerle,  kevgir gibi, öteye beriye koşturarak su taşıdığını sanan insan kalabalığının arasından kendini kurtaran Cenap Hoca, yüzünü Sırçınara’a dönerek  adımlarını sıklaştırdı. Meydana geldiğinde Terzi Himmet’in çay teklifine teşekkür ederek kahveye yöneldi. Koca çınarın altında güneşlenen Kehribar’ın sırtını okşadı, göz göze gelip sevgilerini akıttılar birbirlerine. Yüzünde bir başka gülümsemeyle kahveden içeri attı kendini. Camın dibindeki masada üç dört mahalleli güncele ilişkin bir sohbeti ha bire yoğurmaktaydı. Cenap Hoca’yı görünce sohbete ara verip;

-         Ooo Hocam hoş gelmişsin, buyur, buyur ... nidalarıyla masada yer açtılar..

Cenap Hoca koltuğunun altındaki kitabı masaya bırakırken meraklı bakışlarla Hoşaf Sami;

-         Yine ne okuyorsun Hocam?

-         Yekta Kopan’ın bir öykü kitabı, “Aşk mutfağında yalnızlık tarifleri” .

-         Seçime gider olduğumuz şu günlerde, mutfakta yalnızlık  var bu sefer galiba, yanılıyormuyum yoksa?

-         Vallaa, öyle gözüküyor be Sami. Ne yapalım biz elimizden geleni yaptık.

-         Eee , 15. yaşınızda kutlu olsun bakalım, nasıl geçti etkinliğiniz?  Ben gelemedim. Biliyorsun çocuk hasta, bırakamadım. Dümenci’den biraz malumat aldım ama bir de senden dinlemek isteriz.

-         Nasıl geçsin Sami, çoşkulu, umut yüklü bir etkinlikte bir kez daha inadına aşk dedik..

-         Ee ana dili sevgi olan bir yolda başka dil konuşulmaz ki zaten. Keşke herkes  sevgi dilinden konuşsa hep..

Şiktan köpüğü üstünde sade kahvesini getirdiğinde Hoca’nın gözü masadaki ters çevrilmiş fincanlara takıldı.

-         Ne bunlar böyle? Yoksa fal mı bakacaksınız? Pess vallahi!  Demek bu günleri de görecekmişiz..

-         Biraz mavra olsun dedik be Hoca. Sende çok görme şimdi.’

-         İyi, iyi… Kim bakacak peki?

-         Hep birlikte bakacağız, herkes gördüğünü söyleyecek.

-         İyi bakın bakalım, kollektif büyücüler sizii…

Kovaladığı tavşanın peşinden tavşan deliğine yuvarlanan Alice gibi hep birlikte üzerine eğildikleri fincanın içine,  gizler dünyasına yuvarlandılar. “ bak, bak ! dedi Hüseyin görüyormusunuz, 5 kuruşa aldığı simidi ısıtıp vatandaşa 25 kuruşa pazarlayan Tayyip,  kara, kuru bir adamla oturmuş bir şeyler pazarlıyor yine. Acaba ne ola ki? Sırdır, sır, dedi Sami. Tıpkı Dolmabahçe’de konuşulanlar gibi..

Bir ülkenin kaderi 10 gram telveye sığarmıydı? Sığmıştı işte. Yoksa kader değil miydi?  Ama Başbakan kader diyordu. Yoksulluk kaderdi,  madende ölmek gibi. Madenci ölümün kaderinde olduğunu bile bile iniyordu madene. İşçi her sabah o gün işten işten atılabileceğini, iş kazasını, meslek hastalığını kader bilerek çıkıyordu evinden. Başbakan öyle diyordu. Koskoca Başbakan, borumu bu, yalan söyleyecek değil ya... Gerçi pastayı eşit paylaştırmıyor, bir kaşık yoksula, on kaşık varsıla dağıtıyor .amma.  Hacı burada dayanamadı söze daldı;

-         Ama ne? Her gelen çalıyor, çırpıyor. Hiç değilse bunlar hizmet üretiyor. Allah millete hırsızın hayırlısını versin. İnsanlar bu kadarla da mutlu olmasını biliyorlar.

-         İnsanlar bu kadar mutluysa neden metroda oturuken, durakta otobüs beklerken elleri örgü örer gibi, iki ters bir yüz kıpır, kpır?.. Niye Ümit Özat gibi elinde tespih ya sabır çekiyor durnaksızın?  Niye herkes maçın orta haakemine gözlük takmaya çalışıyor?

Kasap Hüseyin, Hacı’yı kendince bir güzel payladıktan sonra tekrar fincana eğilerek;

-         Bakın, bakın şuradaki telve tepeciğini gördünüzmü? Memleketin hali kazan dötü gibiyken işte şu tepecikte, zihni ishalli ahir zaman kalemleri tavuk dötünden gevşek kalemleriyle habire pembe yumurtalar yumurtluyorlar. Hacı sinirlenerek,

-         Yine ağzını bozdun Hüseyin, ayıp yahuu.. Hoşaf Sami elini kaldırrarak herkesi susturdu.

-         Şu kabarıklığın solundaki Kılıçdaroğlu’na benzemiyor mu? Bakın yine Başbakan’a laf yetiştirmeye, cevap vermeye çalışıyor.Kızıyorum bu adama da artık. Ahh ah rahmetli dedem olacaktı ki şimdi, “ Oğlum, cahille lak lak edeceğine, alimle taş taşı demezmiydi?  Derdi vallaa. Sonra Cenap Hoca’ya dönerek,

-         Hadi Hocam sende bir şeyler söyle gözünü seveyim. Sen bir şey görmüyor musun fincanda? Cenap Hoca fincanı eline aldı evirdi, çevirdi. “ Eylem var bunun dibinde” dedi. Herkes merakla ,

-         Ne eylemi Hocam?

-         Bakın görüyormusunuz, yapraksız ağaçlar parkında gece yarısı olmak üzere. Şu ayazdan kıçı donmuş kulağı küpeli genç ‘tıksırıncaya’  kadar içtiği bira kutusunu Ronaldo’yu bile kıskandıracak bir voleyle uçurup, ayaz geceyi uzun uzuzn ıslıklıyor. Ama gece hiç üstüne alınmıyor. Biliyor aslında kimin ıslıklandığını. Hadi sizde bu gece yudumlayın meyinizi. Dem bu dem. Bu akşam sizde ıslılklayaın geceyi, karanlığı..

-         Yeter! Burası kahvehane beyler, falhane değil. diyerek fincanı Cenap Hoca’nın elinden alan Şiktan fincanla beraber masadakikeri de fincanın içinden çekip almış oldu. Sonra Cenap Hoca’ya dönüp;

-         Zaten kuruyan fincanı temizlemek için canım çıkıyor.  Sende uydun ya bu falbazlara, hep birlikte kuruttunuz beni. Allah canımı alsın kuruttunuz..

-         Dümencinin bir kaş etmesiyle birlikte beş bardak su Şiktan’ın üzerine boca edilip kurumuşluğu çözülürken panayır yerine dönen kahvede kahkahalar birbirne öyle düğümlendiki çözebilene aşk olsun!..