Almanya’da doğmuş ve büyümüş tiyatro yönetmeni Selen Kara’nın Almanya’ya göç eden ilk kuşak göçmenlerin hikâyesini ters yüz ettiği İstanbul adlı oyunu Bremen, Mannheim, Bochum gibi kentler başta olmak üzere Almanya’da altı yıldır kapalı gişe gösterimde.

Bir göç hikâyesi ve empati: İstanbul

EMİNE UÇAR İLBUĞA

Türkiye’den Almanya’ya 1960’lı yıllarda başlayan işgücü göçü ve göçmenlerin yaşam koşulları üzerine siyasetten medyaya, farklı disiplinlerden bilimsel araştırma ve tartışmalara uzanan geniş bir yelpazede çok şey yazıldı ve çizildi. Göçmenlerin İş ve İşçi Bulma Kurumu’na başvuruları, sağlık kontrolünden geçiriliş biçimleri, geride bıraktıkları ailelerinden ayrılarak çıktıkları uzun yolculukları, ilk gittikleri yerlerde barındıkları yurtlar, iş yerlerinde dil bilmeden çok farklı sektörlerde istihdam edilmeleri, daha çok Türkiye’nin kırsal kesimlerinden giden göçmenlerin sanayi toplumu olan Almanya’da yaşadıkları ekonomik, kültürel farklılıklardan kaynaklı sorunlar; müzik, resim, edebiyat, sinema, tiyatro gibi çeşitli sanat dallarının da önemli konusu oldu. Göçün ilk yıllarında hem göç alan ülke hem de göçmenler için göçün kalıcı olacağı düşünülmemişti. Bu nedenle uzun yıllar “Gastarbeiter” (misafir işçi) gibi geçici oldukları kabul edilen tanımlamalara tabii kaldılar. Göçmenler de para biriktirerek bir an önce ülkelerine geri dönmenin hayalini kurdular. Ancak koşullar bu anlayışı tersine çevirdi. Türkiye’de ekonomik ve siyasi istikrarsızlık göçmenlerin kendi ülkelerinde yeni bir hayat kurmalarını zorlaştırırken, 1970’li yıllarda çıkarılan aile birleşimi kanunu ile göçmenler Türkiye’de bıraktıkları eş ve çocuklarını yanlarına aldırmaya başladılar ve topluca kaldıkları yurtlardan göçmenlerin yoğunluklu oturacakları semtlere yerleşerek, yolculuklarının kalıcılık süreci de başlamış oldu. Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü romanında, Yılmaz Güney’in Baba, Tunç Okan’ın Otobüs, Şerif Gören’in Almanya Acı Vatan gibi filmlerinde özellikle birinci jenerasyon göçmenlerin yaşadıkları sorunlar, sosyal ilişkiler, aile sorunları gibi geçirdikleri değişim ve dönüşümleriyle göçün bin bir yüzü ortaya kondu ve hâlâ göçmenler ve göç olgusu bilimsel alandan siyasete, sanattan sosyal medyaya farklı mecralarda en önemli konulardan biri olmaya devam ediyor.

Birinci jenerasyon göçmenlerin Almanya’da dünyaya gelen ya da sonradan yanlarına aldırdıkları çocukları Almanya’da eğitimlerine devam ettiler, kimi meslek eğitimi, kimi üniversite eğitimi ile Alman toplumuna daha kolay adaptasyon sürecine girdi ve bugün üçüncü, dördüncü jenerasyon göçmen çocukları siyasetten sanata çok farklı kulvarlarda söz sahibi bireyler olarak bu toplumun önemli bir parçası oldular. Ancak göç durağan değil ve göçmenlerin sorunları da homojen bir yapıda değil. Ayrıca ırkçılık dünyada önemli bir sorun olarak yer alıyor. Dolayısıyla yalnızca o ülkede doğmak, dil yeterliliğine sahip olmak öteki olmamak için bir neden oluşturmuyor.

GÖÇÜN YÖN DEĞİŞTİRMİŞ HALİ: “BİR İSTANBUL MASALI”

Almanya’da doğmuş ve büyümüş tiyatro yönetmeni Selen Kara’nın Almanya’ya göç eden ilk kuşak göçmenlerin hikâyesini ters yüz ettiği İstanbul adlı oyunu Bremen, Mannheim, Bochum gibi kentler başta olmak üzere Almanya’da altı yıldır kapalı gişe gösterimde. 17 Temmuz 2021’de oyunun 100. gösterimi Bremen Tiyatrosu’nda gerçekleştirildi ve gelecek yıllarda da İstanbul’un gösterim yolculuğu devam edecek.

Yönetmen Kara, birinci kuşak göçmen olan büyükanne ve büyükbabası ve daha sonra aile birleşimi ile Almanya’ya getirilen anne ve babasının hikâyeleri gibi kendi deneyimlerine dayalı göçmenlik hallerini sadece Türklerle sınırlı tutmadan bilakis İspanyol, İtalyan, Portekizli ilk kuşak göçmenlerin de kendilerini bulacakları göç deneyimlerini evrensel bir dille ortaya koyuyor. Bu oyunda savaş sonrası yaşanılan ekonomik kalkınma mucizesi nedeniyle Almanlar işgücü göçü ile Türkiye’ye göç ediyorlar. Klaus (Martin Baum) Bremen’de ailesini geride bırakarak İstanbul/Balat’ta bir tekstil fabrikasında çalışmaya gelen bir Alman işçi. Hiç bilmediği bir dilde, kültürel ortamda, zorlu yaşam ve çalışma koşulları içinde yeni yaşamına adapte olmaya çalışan Klaus Bremen’de kalan eşi Luise (Susanne Schrader), Balatlı İsmet’in (Peter Fasching) aracılığı ile ev, gündelik yaşam ve kurduğu sosyal ilişkileri ve bir barda tanışıp âşık olduğu Ela (Gabriele Möller-Lukasz) ile iki ülke arasında gidip gelen yeni bir yaşam kurar.

İstanbul adlı oyunda yönetmen Selen Kara, Almanya’ya gelen birinci kuşak göçmenlerin ilk yıllar geride bıraktıkları aileleri, özlemleri ve entegrasyon sorunlarını Alman işçiler örneği üzerinden yorumluyor. Türkiye’ye göç eden Alman göçmenlerin yeme içme kültüründen, insan ilişkilerine yaşadıkları zorlu deneyimler ve bu süreçte geçirdikleri değişim ve dönüşümlerini ortaya koyarak izleyiciye farklı bir deneyim yaşatıyor. Karakterler oyun boyunca ilişkileri, yalnızlıkları, aşkları ve memleket özlemlerini Sezen Aksu’nun şarkılarını seslendirerek ifade ediyorlar.

İstanbul oyununun fikir babası olan Torsten Kindermann aynı zamanda müziklerin aranjmanlarını da yapıyor; senaryo Selen Kara ve Akın Emanuel Şipal’e, sahne yönetimi Thomas Rupert, kostüm Emir Medic, ışık Frederic Dautier ve dramaturji de Victoria Knotkova’ya ait.

Ayrıca mükemmel müzik ve sahne performansıyla Torsten Kindermann (klarnet, piyano, saksafon, cayon), Jan-Sebastian Weichsel (kontrbas, keman, bas gitar), Andy Einhorn, Peter Imig (gitar), Murat Babaoğlu (gösterim esnasında Türk mutfağından sunumlar ve şarkı seslendirme) ve Ali Kemal Örnek (davul, darbuka, ney, flüt, ud) izleyiciye oyun içinde canlı bir konser yaşatmayı başarıyorlar.

“MEMLEKET Mİ YILDIZLAR MI GENÇLİĞİM Mİ DAHA UZAK”

Yönetmen Selen Kara, kendisi ile yapılan röportajda, “eğer bir sınıflandırma yapmak gerekirse kendimi 3. kuşak göçmen olarak nitelendirebilirim” diyor ve her iki ülkede de kendisini yabancı hissetmediğini söylüyor. Kara, Almanya’da doğduğunu, ama tatillerini Türkiye’de geçirdiğini ve aile ortamında Türk haberleri dinleyerek, Türkçe konuşulan bir ortamda büyüdüğünü ve bu nedenle her iki kültürle de barışık olduğunu ifade ediyor. Onun yarattığı hikâye ilk kuşak göçmen dedeleri, anneanne, babaanne, ikinci kuşak göçmen anne ve babası, komşuları gibi, kendi yaşadıkları, okudukları, gördükleri ile şekilleniyor. Selen Kara ilk kuşak göçmenlerin göçmenliklerinin hep memleket özlemi üzerinden şekillendiğini ve her zaman kafalarında geri dönme fikrinin olduğunu ve bu nedenle kendisine hep ‘memleket nedir, neresidir?’ sorusunu sorduğunu söylüyor. Zaten oyun bir cenaze merasimi ile başlıyor. İstanbul’da ölen göçmen işçi Klaus vasiyetinde cenazesinin memleketi Almanya’ya götürülmesi ve orada defnedilmesini istiyor. Bununla birlikte Selen Kara ilk kuşak göçmenlerin aksine kendi kuşağı için memlekete ilişkin anlayışın daha farklılaştığını ve memleketin aynı zamanda doğdukları, büyüdükleri yer olarak Almanya olduğunu söylüyor. Göçmenlerin göçmenlik deneyimlerine bağlı olarak geldikleri ülke ve içinde yaşadıkları ülke ile kurdukları bağ her bir kuşakta farklı biçimlerde şekilleniyor. Sosyalizasyonlarının önemli bir bölümünü memleketlerinde gerçekleştiren birinci kuşak için geride kalan ve yarım bırakılan hikâye daha bir önem kazanırken, yeni kuşak göçmenler için göç edilen ülke onların hikâyelerinin başladığı yer olarak önem taşıyor. Dolayısıyla Selen Kara İstanbul adlı oyun ile hem birinci jenerasyon göçmenlerin hikayelerini yeni kuşak göçmenlere taşıyor hem de 60 yıldır birlikte yaşadıkları Almanların göçmenlerin hikayeleriyle empati kurmalarını olanaklı kılıyor. Böylece göçmenlerin geride bıraktıkları aile üyelerine, dostlarına, memleketlerine duydukları özlem, yazdıkları mektuplar, göç edilen ülkedeki çalışma ve yaşam koşulları bir ortak göçmen hikayesi olarak farklı bir perspektiften yorumlanıyor ve bu hikâyeye Almanlar da dahil ediliyor.

İstanbul oyununun izleyici profili de yönetmenin tiyatro aracılığı ile yaratmaya çalıştığı ortak göç deneyimini başardığını gösteriyor. Daha çok orta yaş ve üstü Alman izleyiciler yanında, farklı göçmen deneyimlerine sahip, farklı kültürel ve eğitsel koşullardan göçmenlerin oyuna ilgisi büyük. Oyun bir anlamda göçün temasına uygun olarak birinci kuşak göçmen sorunları üzerinden empatinin kurulabilmesi ve sorunlarla bir de farklı bir perspektiften yüzleşilebilmesi açısından önemli. İstanbul ile yönetmen Selen Kara ve ekibi her yaştan, her etnik ve ulusal kimlikten izleyiciye ulaşıyor, müziğin ortak diliyle izleyicilerin oyuna ve müziklere eşlik etmelerini sağlıyor ve göç gibi zorlu bir olguyu karnaval havasında ortaya koyarak hem düşündürüyor hem de eğlendirmeyi başarıyorlar.

Selen Kara ve Torsten Kindermann 2013 yılında Rumeli Konserleri kapsamında izledikleri Sezen Aksu konserinden etkilenerek İstanbul adlı oyuna Sezen Aksu şarkılarını dahil ediyorlar. Kara, Sezen Aksu’nun tüm şarkılarını farklı yorumlarıyla günlerce dinleyerek, oyunun metni, karakterlerin ruh halleri üzerinden bir Sezen Aksu seçkisi oluşturuyor. Böylece İstanbul oyunu salt acıklı bir göç hikâyesinden, şarkılarla, Türk mutfağından yapılan sunumlarla kültürel bir deneyime dönüşüyor.

Göçmenler tiyatronun yalnızca nesnesi değil öznesi de olmalı!

Alman Tiyatrosu’nda hem konu hem de izleyici olarak göçmenlerin daha fazla görünür olması konusu Selen Kara için önem taşıyor. Çünkü tiyatro Almanya’da üst sınıf entelektüellerin daha fazla ilgi gösterdiği, onların tiyatro oyunlarının sıkı takipçisi olduğu bir sanat. Kara, bu ayrıştırıcı durumun ortadan kalkması gerektiğine inanıyor ve bu konudaki görüşlerini şu şekilde ifade ediyor: “Tiyatroda sadece Shakespeare, Goethe uyarlamaları değil gençlere, farklı gruplara ulaşabilmesi için sıradan insanların yaşamlarının da tema edilmesi önemli. Bu nedenle toplumlardaki çeşitliliğin tiyatro oyunlarına da yansıması gerekiyor.” Selen Kara’nın özellikle vurguladığı ‘çeşitlilik’ (diversity) farklı perspektiflerin tiyatroda temsil edilebilmesinin önünü açabilecek bir gereklilik. “Burada doğan, büyüyen göçmenler olarak çok faklı kültürel arka planlarımızla, farklı alanlarda bizler de yer alıyoruz ve bizim deneyimlerimiz de farklı bakış açılarıyla hem yarattığımız hikâyelere hem de gündelik yaşama yansımaktadır. Bunların da ürettiğimiz alanlarda görünür olması ve herkesin hikâyesini tiyatroya ve diğer sanat dallarına taşımamız, herkese ulaşılır olmamız gerekir. Örneğin tiyatro oyunlarının tanıtımı artık klasik bir tanıtım formundan çıkıp yeni kuşak gençlerin de ilgisini çekecek sosyal mecralara kadar uzanmalı.”

Selen Kara kendisine gelen yeni projelerin ağırlıklı olarak göç hikâyeleri olduğunu söylerken İstanbul adlı oyunun dizi versiyonu için de çalıştıklarını belirtiyor. “İstanbul’u altı yıl önce değil de şimdi yazsaydım kesinlikle yeni kuşak göçmenler ve ırkçılık konusunun merkezi bir rol üstlendiği başka bir oyun ortaya çıkardı” derken aynı zamanda güncel göç ve göçmenlik sorunlarına dikkat çekiyor ve bu süre içerisinde göçün değişen koşulları ve kendi kuşağının göçmenlik deneyimlerini de birebir oyunlaştırmayı düşündüğünü söylüyor.

HEM ORADA HEM BURADA ULUSÖTESİ HAYATLAR

Günümüzde toplumlar hem göçün kaynağı hem de hedefi olarak bir göç toplumu olarak şekilleniyor. Bundan dolayı farklı etnik ve ulusal kimliklerin kültürel, sosyal, eğitsel koşullarıyla bir arada, eşit ve özgürce yaşamaları için bu konunun kapsamlı ve çok farklı perspektiflerden ele alınarak toplumlarda yeni yasal, eğitsel, kültürel ve sosyoekonomik yapılanmaları gerekli kılmaktadır. Sanat ve bilimin göç konusundaki yaklaşımının özellikle siyasi yapılanmalar için bir yol gösterici kılavuz olacağı gerçeğinden hareketle, ayrıştırıcı ve ötekileştirici değil bilakis daha fazla empati, daha fazla farklılıklara saygı temelinde, kültürel çeşitliliğin bir sorun değil bir yaşam biçimi olarak önem taşıdığı/taşıyacağı bir dünyada yaşadığımız gerçeğinin kabul edilmesi gerekmektedir.