“Gerçek anlamda altüst edilmiş  dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır.”Guy Debord

Bir “gösteri biçimi” olarak şiddet

YAVUZ ÇOBANOĞLU- Tunceli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

Günümüz gösteri toplumu’nun, yaşanan anın ahlâkî muhasebesini bile yapmadan, hatta özel hayata dair olanları da kapsamak kaydıyla, her görüntünün herkesle paylaşılmasını öngördüğü muhakkak

7 Haziran’dan günümüze kadar ulaşan gelişmelere baktığımızda, devletin uyguladığı Kürt politikasındaki pek çok değişiklikten bahsedebiliriz. Çözüm sürecinin rafa kalkması başta olmak üzere onu takiben, silahlı çatışmaların tekrar başlaması, milliyetçi dilin tüm içerikleriyle daha güçlü biçimde kullanımı, “kamu düzeni” adına yapılanlar, her yaştan masum insanın öldürülmesinin kamuoyunda meşru gösterilmeye çalışılması, korkunç bir dezenformasyon bombardımanı gibi değişimler, aslında daha önceden hiç de yabancısı olmadığımız politikalardan sadece bazıları.

Ne var ki, belki de burada “yeni” denebilecek bir gelişmenin altını çizip, üzerine biraz kafa yormamız gerekecek. Zira daha önce sosyal medyada ancak kişisel paylaşımlar aracılığıyla şahit olduğumuz “güvenlik” görevlilerinin çatışma ortamlarında çektikleri görüntülerin, artık her türlü medya ortamında ve oldukça aleni biçimde paylaşıldığını görüyoruz. Hatta bazılarının resmî yetkililerin “bilgisi dahilinde” olduğu izlenimi veren bu paylaşımlarda, insanlar yere yatırılıp “Türk’ün gücü”den bahsediliyor; araçlar arkasına bağlanan bedenler yerde sürükleniyor; kimisinde gençler keskin nişancılar tarafından vuruluyor; evlerin duvarlarına “had bildirme” amacı taşıyan yazılamalar yapılıyor; Emniyet Müdürlüğü bahçesinde havaya toplu ateş açılarak “tekbir” getiriliyor ya da boşaltılan okulların tahtalarına mesaj amacı taşıyan sloganlar yazılıp, önünde silahlarla “hatıra fotoğrafları” bile çektiriliyordu.
Örnekler daha da çoğaltılabilse de bu gelişme üzerinde durmak faydalı olabilir.

Çünkü günümüz 'gösteri toplumu’nun, yaşanan anın ahlâkî muhasebesini bile yapmadan, hatta özel hayata dair olanları da kapsamak kaydıyla, her görüntünün herkesle paylaşılmasını öngördüğü muhakkak. Bu yüzden paylaşılan anın, yenilen bir yemek olması ile hunharca öldürülen bir insan olması arasında kabaca bir fark yok. Hâlbuki bu farkı, kişinin sahip olduğu “ahlâkın” ortaya çıkarması gerekirken, Türkiye gibi “toplum olamamış” topluluklar (/kabileler) birliğinde, her topluluk kendi ahlâkını (sadece kendisine göre) inşa ettiği için, burada “vicdanî” bir sıkıntıya asla rastlanmıyor. Hatta emin olunabilir ki, bazılarının gönlü, maalesef çok rahat. Böyle olunca da asıl amaç, paylaşımın kendisinden çıkıp, sonrasında hedef kitle nezdinde yaratacağı etki sonucu alınan “müthiş” hazza dönüşüyor. Dahası, bugünün dünyasında gerek devletlerin silahlı güçleri gerekse de onların karşısındaki gruplar, girilen çatışmalarda öldürdükleri ya da esir alıp infaz ettikleri insanların bu görüntülerini paylaşarak, özellikle sosyal medya ortamını bir haz alma mekânına çevirmekteler. Haz ile beraber yürüyen bir büyüklük taslama; dehşet, korku ya da nam salma; bir cezalandırma rahatlığı da aynı tespitin içinde yer alabilir. Vaktiyle ABD askerlerinin Irak’taki sivillere yaptıkları işkenceleri, nasıl kaydettiklerini anımsayalım. Kişiler yerde elleri bağlı olan insanların üzerine idrarlarını yapıp da bunu neden kameraya çekerler, diye de sorulabilir. Açıkçası yaşadığımız dünyada birilerine, işkence etmek ya da öldürmek artık yeterli görülen bir eylem değil; sosyal medyada tüm yapılanlar gururla sergilenmezse sanki bir şeyler hep “eksik kalmış” gibi bir duygu da malesef bu insan malzemesinin yeni özelliği.

Üstelik görüntünün, içeriği ne olursa olsun, bir tüketim nesnesine dönüştüğü bu hıza dayalı süreçte, alınan her haz, bir öncekine göre artık yeterli gelmediği için, aynı süreç tüketiciler’in daha fazlasını talep ettiği bir beklenti biçimine de dönüşmüş durumda. Bunun sonucunda ise tüketilen “şiddetin” dozajı da düzenli olarak ve sürekli yükseliyor; izlenen görüntülerdeki şiddet de bir aşamadan sonra aynılaşıyor ve izleyicileri kesmemeye başlıyor. Dolayısıyla şiddet talebinin de, artık daha sert hazlarda yaşanması düşünülen “şiddetin pornosu”na doğru yönelen bir bekleyiş içerisine doğru yuvarlanmaktan başka çaresi yok. Doğal olarak bu formüle göre şiddet ne derece artarsa, alınan gizli haz da o oranda artacak. Meselâ IŞİD ve benzeri örgütlerin, yaptıkları vahşi katliamların tümünü fütursuzca yayınlamaları buna iyi bir örnek olabilir. Çünkü gösteriye dönüşmüş görüntü, her ne biçimde olursa olsun bir haz rejiminin adıdır. Yine aynı sebeple bugün, dünyanın her yerinden evimize kadar kolaylıkla ulaşan vahşet görüntülerinden zevk alan büyük bir insan kitlesinin varlığından da haberdar olmamız gerekiyor. Zamanında ABD’deki kablolu kanallardan birinin 24 saat işkence görüntüleri yayınlaması bizim İslâmcı basının epeyce ilgisini çekmişti. Keza aynı İslâmcı kesimin bugün bu olanlar karşısındaki tutumunu da bu tespit ile birlikte düşünmek yararlı olabilir.

Diğer taraftan fotoğraf veya canlı görüntü yoluyla ulaştırılan görsel (/gösteren), başlı başına bir dil ve anlatım vasıtasıdır. Meselâ Guy Debord’a göre “gösteri dili, hâkim olan üretimin işaretleri’nden oluşur ki bunlar aynı zamanda bu üretimin nihai hedefleridir.”1 Nitekim bu anlatım, böylesi şiddet pornografisi içeren paylaşımlarda, ideolojik bir işlevi de içinde barındırır. Çünkü gerçeklik, mevcut özünden koparılmış ve politik iktidarın manipülasyonuna açık bir biçime getirilmiştir. Bir süre sonra duyguları bir etnik/inanç temelinde öbekleştirmeyi başaran bu ideolojik tahakküm, söylem bombardımanı altındaki kitle üzerinde yanlış bilinç aşılama işlevini de başarıyla yerine getirmeye başlar. Bunlar olurken gösteriye eşlik eden anlatı da (/söylem), aynı anda gerçekliği bozma görevini sürdürmektedir. Günümüzde sadece görsellik üzerinden öğrenen ve olan bitenden haberdar olan kitleler, bu pornografik görüntüleri bir film izler gibi keyifle izlemeye koyulur. Öylece akıp giden görüntüler, bir şiddet resitali’ne dönüşür. Şiddet, böylelikle estetize edilir ve gündelik hayatın içerisinde sıradanlaşıp silikleşir. Ve sadece “meşru” güç kullanma sahipleriyle de sınırlı kalmaz. Şiddetin ana merkezi, rollerle de değişebilir; yerine göre baba, usta, öğretmen, müdür, patron vb. olur ve şiddetin sıradanlığı topluma itinayla yayılır.
Hani Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de olan bitenlere “Batı’dan niye tepki gelmiyor?” diye haklı biçimde soruluyor ya, işte bunun önemli bir sebebi de, bu vasıtalarla işleyen ideolojik tahakkümün ürettiği ve geliştirdiği tipik milliyetçi tepkisizlik’tir. Zira milliyetçi “hissiyat” her türlü şiddeti, “ama”, “fakat”, lakin”li cümleler eşliğinde kolayca meşrulaştırmanın kendi içinde güçlü söylem araçlarına da sahiptir. Dahası bugün herhangi bir internet ortamında paylaşılan fotoğraf ya da görüntülerin altındaki yorumları okumak bile, bu meşrulaştırma çabalarının utanç verici örneklerini görmemiz için yeterli gelebilir.
Öyleyse birden bire çoğalan bu görüntüler düşünüldüğünde birileri açısından buradaki politik yarar ne? Bu görüntüler son derece açık bir biçimde neden ve nasıl servis edilmeye başlandı? Nitekim 7 Haziran öncesinde muhalefetin “İmralı canisi ile görüşülüyor”, “PKK’lılara dokunulmuyor”, “ülkeyi bölme süreci” vb. tarzlardaki milliyetçi duygulara yönelik çıkışlarının, politik iktidarı bir silkinmeye sevk ettiği çok açık. Düşen oy oranıyla birlikte iktidarı kaybetme korkusunun da tetiklemesiyle, bir milliyetçi güncellemeye acil ihtiyaç duyulduğu da zaten ortada. Bu açmazdan çıkmanın bir yolu çatışmaların tekrar başlatılmasıysa eğer, diğer etkili yol da sosyal medya ortamlarına devletin gücünü (/”Türk’ün gücü”) temsil ettiği düşünülen ve Kürtler’in “ne verirsen ver yine de hain”, “aciz” ve “yenilmiş” olduğu izlenimini verecek, bilinçaltı mesajları da içeren görüntülerin sızdırılmasıydı. Böylece bu tarihten itibaren, özellikle sosyal medya üzerinden, çatışmaların yaşandığı şehirlerdeki şiddet görüntüleri bir bir servis edilmeye başlandı. Yine aynı süreci, HDP binalarının yakılması, Kürt esnafa ait dükkânların taşlanma ve yağma görüntüleri eşlik etti. Benzer görüntüler servis edildikçe, milliyetçi blokta dalgalanmalar oldu ve özlemle beklenen o “milliyetçi gerçeklik algısı”, bunu en net veren partiye doğru bir oy kayması gerçekleştirdi.
Hâlbuki 1990’lı yılları yaşayanlar, bu türden bir olayı iyi anımsayacaklardır. O yıllarda bir asker, çektiği fotoğrafları banyo yaptırmak için Diyarbakır’daki bir fotoğrafçıya gitmiş, fotoğraflar arasındaki bir kareyi keşfeden fotoğrafçı da onu basına sızdırmıştı. O karede askerler, öldürdükleri bir grup PKK’linin cesetleri önünde gururla poz veriyorlardı. Fotoğraf o zamanlarda bir infial uyandırdı. Gazeteciler durumdan vazife çıkarıp “olmamıştır böyle bir şey” demeye, politikacılar ise şiddetle “sahte olduğunu” ispata giriştiler. Keza o dönem “devlet aleyhine bir şey söyleyeceklerin anında karşılarında bulduğu”, TRT’de tüyleri diken diken eden programların yapımcı ve sunucusu Ertürk Yöndem de bu konuya el atmış, döne döne günlerce yayınlanan programında bu fotoğrafın “sahte olduğunu”, “sahtedir” diyenlerin bile şüphelenecekleri bir inatla, kanıtlamaya çabalamıştı. O dönem bazı insanlar gazetelerde, TV’lerde veya sohbetlerde, belki yapılanı hoş karşılasalar da, bu rezilliği açık biçimde sahiplenmeyi ahlâkî olarak doğru bulmuyorlardı. Gelin görün ki ulaştığımız bu “yüksek medeniyet” noktasında, artık bu görüntülerin “sahte olduğunun” ispatına bile kimse ihtiyaç duymuyor, hatta bilakis kitlesel olarak sahipleniliyor. Üstelik bugün bunca şiddet görüntüsünün “sahte olması” ihtimali bile, bu kitle için aynı zamanda bir düşün bozulması anlamına da gelebilir.
Öte yandan özellikle ülkedeki milliyetçi hassasiyet ile milliyetçi tepkisizliği aynı bünyede taşıyan kitleleri hedef alan bu şiddet görüntülerin, konunun doğrudan muhatabı olan Türk ve Kürt kesimlerinden tepki (beğeni ve öfke) çektiği için, oldukça işlevsel bir karşılığı da mevcut. Çünkü bu türden şiddet görüntülerinin yayınlanması, en çok gerilimi sürdürmek isteyenlerin işine geliyor. Saflar netleşiyor; öfke daha çok şiddeti doğuruyor ve tüketim için yeni görüntülerin ortaya çıkmasına vesile oluyor. Sonra yeni paylaşımlar, coşku veren taze beklentiler içindeki şiddet pornosu müptelâları ve tekrardan onların yeni beklentileri…

Sonuç olarak böylesi görüntülerin servis edilmesi, şu an da aynı hızla devam ediyor. Emir komuta zinciriyle bağlı oldukları üstlerinden “izin almadan” paylaşıldığı asla düşünülemeyecek silahlı askerlerin, harap olmuş bir okuldaki yazı tahtası önündeki görüntüleri, acı biriktiren hafızalara çoktan yerleşti bile. İlkokul gibi bir mekânın masumiyetinin ayaklar altına alındığı bu karelerde “kim haklı?” ya da “kim haksız?” tartışmalarına girmenin anlamı da her şeyle birlikte yitip gitmiş durumda. Çocuk neşesinin çınlattığı koridorlarda, bugün “kurşun sesleri (çoktan) korkulara karıştı ve kaygıları besler oldu.”
Fakat hazin olan sadece bu değil. Belki de hepsinden daha acısı, bütün bu olan bitenleri sadece sosyal medyayla sınırlı olmamak kaydıyla, sokakta, kahvede, gazete sütunlarında, dost sohbetlerinde meşrulaştırmaya çalışanları görmenin dayanılmaz hüznü bambaşka bir şey. Ölümlere alışılmaya başlanılan bu kısmetsiz ülkede, nereye gitti insanlık? Ya da acaba hiç var mıydı? Peki bir gün gelecek mi? “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” ve bizler de umutla bekliyoruz…

1Guy Debord (1996): Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 9