Bir gün mutlaka…

Bu hafta BirGün Pazar 500. sayısını kutluyor. Kabaca bir hesap yaptım, bu 500 haftanın 300 kadarında ben de yazmışım. Yedi sene önce başlayan bu macera, artık eskisi kadar düzenli yazmıyor olsam da hâlâ devam ediyor.

BirGün Pazar’da yazmaya nasıl başladığımın hikayesini daha önce anlatmıştım. Anlatmaktan hoşlandığım bir hikaye olduğu için bir daha yazayım: 2009 senesinin başında, bir akşam arkadaşım Selami (İnce) aradı. O sıralarda BirGün’ün yazıişleri müdürüydü ve bir edebiyat köşesi hazırlamamı öneriyordu. Tamamen özgür olacaktım. İstediğim kitap hakkında yazabilir, konuları kendim seçebilirdim. Edebiyatın hayatla buluştuğu yere yakın, akademik olmayan yazılar hayal ediyordu. Aslında çok hoşuma gitmesine rağmen, bu öneriyi geri çevirdim. Her hafta düzenli yazmak fikri beni ürkütmüştü.

Bu tartışmanın böylece kapandığını düşünüyordum. Fakat Selami kolay kolay pes edecek biri değildi. Sonunda bir Oğuz Atay yazısı istedi benden. Bir kerelik bir şeydi, telaşlanmaya gerek yoktu, zaten kısa bir yazı yeterdi. Bunu birkaç kez tekrarladı. Ben de ona inandım. Yazının çıkacağı Pazar sabahı çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Nihayet cesaretimi toplayıp gazeteyi açtığımda şu görüntüyle karşılaştım: Gönderdiğim metni elden geçirerek bir köşe yazısı haline getirmiş ve tepesine de internetten bulduğu eski bir fotoğrafımı yerleştirmişti. Köşenin üzerinde “Not Defteri” yazıyordu. Fotoğraftaki ifademe bakılırsa buna en çok ben şaşırmış gibi görünüyordum. “Artık bir köşen var,” dedi Selami bana, “Bundan sonra her hafta yazacaksın.”

Edebiyat yazıları böyle başladı ve bir zaman sonra hayatımın önemli bir parçası haline geldi. Başında gönülsüzce atıldığım macerayı uzun süre zevkle ve heyecanla sürdürdüm.

Geçen yedi sene içinde, çok şey olup bitti. O zamandan bu yana BirGün Pazar’da çıkan yazılarımı arka arkaya okuyacak kadar sabrım olsaydı, muhtemelen şunu görecektim: Gündelik hayata dair ayrıntılardan bahseden ve çoğu kez eğlenceli bir dille yazılmış metinler yavaş yavaş azalacak, onların yerini kimi zaman adaletsizlikler karşısında isyan eden, kimi zaman da kayıpların ardından yas tutan yazılar alacaktı. Not Defteri, kendi gündemini takip eden bir edebiyat köşesi iken, zamanla ülkenin siyasi gündeminin istilasına uğrayacak ve şekil değiştirecekti. Belki de böyle olması kaçınılmazdı.

BirGün Pazar’a yazdığım bu süre içinde Türkiye tanınmaz bir hale geldi. Türkiye ile birlikte benim yazdıklarım da değişip dönüştü. Başında büyük bir keyifle masa başına otururken, sonraları yazmak gitgide zorlaşmaya başladı. Dertler derinleşiyor, hikayeler gitgide acılaşıyordu. Kaybettiklerimizi yazdım bir bir: Hrant Dink’i, Ceylan Önkol’u, Berkin’i... Roboski’de, Soma’da, Suruç’ta, Ankara’da kuş gibi uçuverenleri. Sürgündekileri yazdım, gidip de geri dönemeyenleri. Düşündüklerini söylemekten vazgeçmedikleri için hapse girenleri, demir kapının önünde onları bekleyenleri yazdım. Çocukların sokakta oynarken kurşunlandığını, kadınların evlatlarının cansız bedenlerini gömemedikleri için buzdolaplarında bekletmek zorunda kaldığını yazdım. Anlatılamayacak acılar yaşayan insanların sayısı her gün biraz daha artarken, kendi yazdıklarımdan utanarak yazdım çoğu kez.

BirGün Pazar yazıları arasında en çok okunanlardan biri, 7 Haziran seçiminin arkasından yazdığım NAİF adlı denemeydi. Seçimle beraber barış olasılığı hiç olmadığı kadar yakınımıza gelmişti. Ben de dağların birdenbire yeşerdiği umut dolu bir rüya görmüştüm. Bu rüyayı anlatarak başladığım yazıda, naif diye nitelenen insanların genellikle yanlış anlaşıldığını anlatıyordum. Dünyayı değiştirmeyi isteyen insanlar aptal ya da cahil değildi. Bunu kötülüğü bilmedikleri için yapmıyorlardı. Kötülüğü tercih etmedikleri için yapıyorlardı. Daha iyisini istemeye cesaretleri olduğu için yapıyorlardı. Barışı istemek de böyle bir şeydi.

Yazının yayınlandığı pazar sabahı havada bahar kokusu vardı. Evde biraz oyalandıktan sonra çıkıp biraz yürüdüm. Yorulunca da o zamanlar sık sık gittiğim bir kahveye oturup mola verdim. Biraz sonra yanımdaki masaya genç bir kadın gelip oturdu. Önce bir çay söyledi, sonra da elindeki BirGün Pazar’ı açıp okumaya başladı. Benim yazının olduğu sayfaya gelince, nefesimi tutup bekledim. İnsan okuyucusunu hayal edemiyordu. İşte şimdi bulunmaz bir fırsat yakalamıştım! Her zaman merak ettiğim, bazen çekindiğim, bazen tepemde dikildiğini hissettiğim okuyucu, kanlı canlı bir insan olarak karşımda duruyordu.

Genç kadın yazdıklarımı okurken, ben de göz ucuyla onu seyrettim. Gazeteyi daha iyi görmek ister gibi yüzüne yaklaştırmasını, sırtını sandalyenin arkasına yaslayıp rahat bir pozisyon bulmaya çalışmasını ve arada bir çayına uzanarak okuyuşunu izledim. Ciddi suratlı, hatta hafifçe çatık kaşlı biriydi bu. Kadınların tek başına sokağa çıkacakları zaman takındıkları o tedbirli ifade vardı yüzünde. Okudukça yüz hatları gevşedi, gözlerinden başlayan bir gülümseme ağzına doğru genişledi ve yayıldı. Yazı bitince, gazeteyi katlayıp bir kenara koydu. Kollarını birleştirip yüzünü güneşe çevirdi. Gülümseme hâlâ dudağının kenarında duruyordu.

Bu yazıyı yazarken, o güzel bahar gününü ve genç okuyucumun yüzünü aydınlatan gülümsemeyi düşündüm. Hatırlayabildiğim en son mutlu anım bu. Ondan sonrası hep yokuş aşağı gitti. Barış umudu bir daha o zamanki kadar güçlü olmadı, kayıplar çığ gibi arttı, haksızlıklar adaletsizlikler birbirini kovaladı.

Bugün yazmak acı verici bir şey haline geldi artık. Yaşamak da öyle. İkisini de hâlâ yapıyorum. Biraz inadımdan biraz da eninde sonunda daha iyi hikayeler anlatacağımıza dair inancımdan. Ama en çok okuyucumun yüzünde gördüğüm o gülümsemenin hatırına. Beni sarıp sarmalayan ve yalnız olmadığımı söyleyen, aynı rüyayı paylaştığımızı hatırlatan o gülümsemenin hatırına.