Bir hesaplaşma romanı

RÜZGÂR KARABACAK

Boruotu Cinayeti romanıyla edebiyat dünyamıza gazeteci Ufuk Lodos karakterini kazandıran Barış Soydan, ikinci romanı Cemaatçinin Ölümü ile kalemini daha bir bilemiş, hem romancılığını hem de yarattığı karakteri olgunlaştırmış. Roman 2014’te, AKP-Cemaat savaşının patlak verdiği günlerde geçiyor.

Ufuk Lodos, Boruotu Cinayeti’nde, tecrübeli bir editör olarak, Ergenekon ve KCK soruşturmalarıyla ilgili manipülatif manşetlerin tam ortasında çıkmıştı karşımıza. Cemaatçinin Ölümü’ndeyse, onu çalıştığı gazeteden kovulmuş buluyoruz. Geçinmek için üstlendiği işlerden biri dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Gündüz’le tanışıp, kredi kartı borçlarını ödeyebilmek için Cumhurbaşkanı’nın yurtdışı gezileri kitabının hayalet yazarı olmayı kabul eder.

Barış Soydan, ilk romanında olduğu gibi, ülkemizin tek polisiye yayınevi olan Labirent Yayınları etiketiyle çıkan romanında Türkiye’nin son 5 yılını, cemaatçi bir karakterin esrarengiz ölümüyle gelişen olaylar çevresinde anlatıyor, 15 Temmuz sürecinin zemininin yıllardır nasıl hazırlandığını, yaklaşık 15 yıldır iktidar sahibi iki grubun kavgasıyla sınırlandırmıyor. Zaten nasıl sınırlandırılabilir ki? “Aydın” geçinenlerin, yetmez ama evet’çilerin, liberallerin, yandaşlaşan medya çalışanlarının vebali de azımsanmayacak kadar büyük değil mi?

Ahmet Ümit, polisiye kültür dergisi 221B’nin, “Darbe Günlerinde Polisiye” dosya konulu 5.sayısında “Ustalıkla yazılmış bir polisiyeden başka nedir ki darbe?” diye sormuştu. İçinden geçtiğimiz bu karanlık günlerde, çetrefilli bir polisiye romandan farksız olan Türkiye’de de polisiye romanlarla darbeler arasındaki benzerlik inkâr edilemez. Ülkenin polisiye romanlardan en büyük farkı, katil ve suçluları en başından beri bilmemiz, öğrenmek için romanın son sayfalarını beklemek zorunda kalmamamız sanırım.

Cemaatçinin Ölümü’nün odağında, Cemaat’in devlet imamlığıyla suçlanan Mehmet Gündüz’ün esrarengiz ölümü var. Ufuk Lodos, Gündüz’ün ölümü üzerindeki sır perdesini aralarken, Cemaatçi bir bürokratın geçmişine doğru yolculuğa çıkıyor. Bunu yaparken de özellikle sosyal medyada türeyen “AK TROLLER”in nasıl örgütlendiğini, izlediği yöntemleri, gazetecilikten gelen şahitlikleriyle harmanlıyor.

Romanda iki farklı, inişli çıkışlı aşk hikâyesine de tanık oluyoruz ama Soydan, bunu yaparken klişelerin arkasına saklanmıyor. Mesela, Mehmet Gündüz, evli ve çocuklu, üstelik muhafazakâr kişiliğine rağmen İktidar - Cemaat savaşının patlamasından kısa süre önce solcu edebiyat öğretmeni Pınar Çevikel’e âşık olur. Başlangıçta, Pınar’ın politik konulardaki “keskin” fikirlerini törpülemeyi umut etmiştir ama bu ilişkide değişen Pınar Çevikel değil Mehmet Gündüz olacak, Cemaat’ten uzaklaşmaya başlayacaktır.

Cemaatçinin Ölümü, ülkemizde yıllardır eksikliği hissedilen “politik roman”ların eksikliğini giderme amacıyla mı yazıldı bilemeyiz ama gerçek olan şu ki, yazar, ilk sayfadan itibaren tekrara düşmeden, hamasete kaçmadan, bir dönemin tanıklığını oldukça gerçekçi bir kurguyla sunuyor okurlara. Kendinizi yapay bir olay örgüsünün içinde bulmuyorsunuz. Bunun yanı sıra, bence en önemli olgulardan biri de Barış Soydan’ın kendi gazetecilik geçmişiyle ve mesleğiyle cüretkâr bir şekilde hesaplaşması. Bunu cesurca yapabilen kaç yazar var Türkiye’de?

Romanı okuduktan sonra bende uyandırdığı duygu şu oldu: Bu bir nedametten ziyade gerçek bir “hesaplaşma” romanı. Yazarın kendisiyle, tanıklıklarıyla, yaşadığı toprakların gerçekleriyle yüzleşmesi! Oldukça açık sözlü bir hesaplaşma bu:

2008, Ergenekon operasyonu günleri. Yandaş medyanın manşetlerini hatırlıyor musunuz? “Darbecilere darbe”, “Camileri bombalayacaklardı”, “Suikast silahlarını işte buraya gömdüler” ve diğerleri... Birçoğunu ben yazdım. Genel yayın müdürünün istediği gibi “salçalı” cwümlelerle. Edebiyata meraklıydım, kalemim kuvvetliydi, okuduğum romanlardan aklımda kalan üç beş güçlü cümle vardı; iddianamelerin hiçbir inandırıcılığı olmayan satırlarını, savcıların kanaatlerini delil diye yutturmasını perdeleyecek cümleler... Gazeteci jargonuyla, “etli cümleler”, “köpüklü cümleler”, “salçalı cümleler”. İddianameleri, polis fezlekelerini, savcının sızdırdığı belgeleri okuyor, aklımda kalanları John le Carré romanlarının satırlarıyla harmanlıyordum.

Cemaatçinin Ölümü, okuru karamsarlığa sürüklemeyecek (dönem ve siyasi iklim her ne kadar bunu dayatsa da), mücadele duygusunun ve örgütlenmenin ne büyük önem taşıdığını bize bir kez daha ispatlayan, yıllar geçtikçe değerini daha çok bulacağına inandığım, iyi bir roman.