Salona geçiyorsunuz. Bugün yetişmeniz gereken bir yer yok, evde biraz daha takılıp ondan sonra dışarı çıkmayı planlıyorsunuz. Tanıdık olmayan bir evdeki sabah, sizi yine tanıdık kitaplara, tanıdık müziklere yönlendiriyor

Bir hoyratlık öyküsü

Tuğçe ISIYEL
Psikolojik Danışman / Psikoterapist
tugceisiyel@gmail.com

Bugün size bir öykü anlatacağım. Bunun kimin öyküsü olduğunun bir önemi yok. Bu benim öyküm, senin öykün, onun öyküsü olsun…

Birbiriyle flörtleşen iki insan düşünelim, cinsiyetlerinin bir önemi olmasın şimdilik.

Bir kadınla bir erkek olabilir bu. Ya da iki kadının ya da iki adamın öyküsü de olabilir. Hazırsanız başlayalım.

Ucu açık bir ev…

Perdesiz, duvarsız, binasız…

Kocaman.

Yabancı.

Beyaz.

Evin salonuna geçtiğinizde muhteşem bir Boğaz manzarası karşılasın sizi. Ya da ıhlamur ağaçlarının olduğu bir ara sokağa baksın bu ev. Veya bir rezidans olsun burası, devasa binalardan gökyüzü gözükmesin. Bir apartmanın bodrum katı da olabilir burası, arkada minik bir bahçeye açılsın.

Nahif bir piyano konçertosu eşlik etsin akşama, ses sistemi piyano sanki odada çalıyormuş duygusu yaratsın. Bir Fransız şarabı açılmış, havalanıyor olsun. Az sonra incecik kadehlerde içilmeyi beklesin. Ya da çay henüz koyulmuş, demini çekmesi beklensin, ince belliler hazır ola geçsin.

Duvarlarda hayran olduğunuz ressamların tabloları göz kırpsın size.

Yıllanmış plaklar, en sevdiğiniz caz albümleri müzik sisteminin yanındaki raflarda yerini almış olsun.

Hiçbir obje birbirinin yerini almasın, birbirinin yerini işgal etmesin.

“Kısacık yoğun bir akşam” olsun bu, “kelebeklerin atlarla yarıştığı”.

Gecenin sonunda, “herkesin yüzünün bir anıya karıştığı”… *

•••

Geniş bir koltuk.

Henüz oturmadınız.

Çünkü kütüphanedeki kitaplara bakıyorsunuz ya da raflardaki albümlere, plaklara…

Ayaktasınız. Şarabınız geldi. Kırmızı şarap olsun bu. Kahveyse de sert bir filtre kahve olsun.

Tanıdık olmayan bir evin tanıdık kitapları güven veriyor size. Çok da tanımadığınız bu kişiyi, o kitaplar daha da tanıdık kılıyor sanıyorsunuz.

Bilmediğiniz bu evde nedense tanıdıklığı çoğaltma arzusundasınız.

Belinizi saran bir kolun davetkârlığı karşısında koltuğa geçiyorsunuz.

Çok sevdiğiniz şiirleri okuyor size evin sahibi, arada gözlerinizin içine bakıyor, arada başınızı okşuyor.

Şimdilik şiirli, dokunmalı, müzikli bir şefkat seansındasınız.

Eh artık tavlanmış olun bir zahmet de yatak odasına doğru geçiverin. Şefkat yerini şehvete bıraksın.

Ben de yatak odasındaki sahneleri geçeyim. Yok sansürden değil, yazı uzamasın diye. Mesele orası değil çünkü.

•••

Sabah oluyor.

Dün gece açık kalan pencereden giren rüzgârla omuzlarınız tutulmuş, ağzınız kokmuş, saçınız başınız dağılmış. Dert değil, keyfiniz yerinde.

Günaydın!

Salona geçiyorsunuz. Bugün yetişmeniz gereken bir yer yok, evde biraz daha takılıp ondan sonra dışarı çıkmayı planlıyorsunuz. Tanıdık olmayan bir evdeki sabah, sizi yine tanıdık kitaplara, tanıdık müziklere yönlendiriyor. Çok sevdiğiniz bir şairin en sevdiğiniz şiir kitabına gidiyor eliniz. Sabah vitamini niyetine birkaç mısra alıyorsunuz.

Sonra kahvaltı yapmak için mutfağa geçiyorsunuz. Buzdolabını açıyorsunuz. Dolapta dilimlenmiş salamlar, kaşar peyniri, yarım kangal bir sucuk, domatesler, salatalıklar buluyorsunuz.

Salamlar bir süpermarketten alınmış, içinden yenileceği kadarı çıkarılmış ve arta kalan üzeri kapatılmadan öylece atılmış dolaba. Sucuklar da öyle. Dolabın içi kokmuş. Salamları yiyemiyorsunuz çünkü üzeri kapatılmadığı için kurumuş. Muhtemelen çöpe atılacaklar, 300 gr kadar varlar. Salamlara üzülüyorsunuz. Peynirin de açıkta kalan kısmı kurumuş. Kuruyan kısmı kesip, taze kısmından biraz alıp ekmeğinizin üzerine koyuyorsunuz. Ekmek, torbası kapatılmadığı için bayatlamış. Bir yandan kettle'a çay suyu koyuyorsunuz.

O sırada yatak odasına gidip, üzerinizi değiştiriyorsunuz. Ev sahibinin işe gitmeden önce kıyafetlerini ortalık yere tuvaletini yapar gibi bırakmış olduğunu görüyorsunuz. İçinizden kıyafetleri katlayıp güzelce bir kenara koymak geliyor, vazgeçiyorsunuz.

Banyoya geçiyorsunuz. Diş macununa ilişiyor gözünüz, tam ortasından sıkılmış, kapağı lavabonun içine düşmüş, diş fırçası tam temizlenmeden öylece lavabonun kenarına bırakılmış..

Var olan özensizliğe kelime bulmaya çalışıyorsunuz. “Hoyratlık” kelimesini çağırıyorsunuz yamacınıza.

Bir insanın eşyayla, yediği yemekle daha doğrusu evin “içerisiyle” kurduğu bu hoyrat ilişki içinizi ürkütüyor, canınızı sıkıyor.

Evin vitrini olan salona yeniden geçtiğinizde var olan sahtelik, bu iki yüzlülük evden bir an önce çıkıp gitme arzusu doğuruyor sizde.

Salamlara, peynire, diş macununa, çıkarılıp atılan kıyafetlere üzülüyorsunuz.

Ama en çok kitaplara…

Çünkü o kitaplar bir sahtelikle, iki yüzlü bir iyilikle, sahte bir özenle muhataplar…

Bir vitrinin en nadide parçalarını oluşturuyor(-muş) gibiler.

Sonra o albümlere, tablolara da üzülüyorsunuz… Kısacası sizin için tanıdık olan her şeye…

“Küçük şeylerin tanrısı” olasınız geliyor ve o tanıdık şeyleri, iki yüzlülüğe mahkûm edilenleri çekip almak istiyorsunuz oradan. Daha gerçek bir evin, daha gerçek bir insanın parçası yapmak istiyorsunuz onları.

Yapamıyorsunuz elbette, çünkü “küçük şeylerin tanrısı” değilsiniz.

•••

Bu öyküyle çok oynanabilir aslında. Herkes kendinden bir şeyler koyup çıkartabilir buraya. Bambaşka versiyonları yaratılabilir.

Ben biraz daha entelektüel zaaflar üzerinden yazdım bu yazıyı. Maddi zaaflar, fiziksel (dış görünüş) zaaflar üzerinden de bir okuma yapılabilir elbette.

Ben şimdilik burada ve böyle bırakmayı tercih ediyorum.

Bir kadında ya da adamda sevdiklerimizin ne kadarı o kişinin vitrininin ya da arka odasının bir parçası acaba? O kişi o vitrinde gördüklerimizi ne kadar içselleştirmiş? Ne kadar “olmuş”, “yapmaya” ara verip? Yoksa hiç olamamış da hep yapmakla mı meşgulmüş? O vitrini yapmak, o kitapları, cdleri, plakları raflara dizmekle, tabloları duvara asmakla eşdeğer hale mi gelmiş? O kitaplar içsel kütüphanede ne kadar yer edinebilmiş? Yoksa içsel bir kütüphane hiç olmamış mı? Ve tüm bu nesneler karşı tarafı etkilemek adına birer şov malzemesine mi dönüştürülmüş?

Kişilerin buzdolaplarına bakalım olur mu? İçine aldığı besinlere nasıl davrandığını görelim.

O kurumaya bırakılmış salamlar, peynirler kesin bize bir şey söylemeye çalışıyor.

İşe giderken giydiği kıyafete değil de pijamasına bakalım mesela.

Dişlerinin beyazlığına değil de diş fırçasıyla kurduğu ilişkiye bakalım.

Evin salonuna değil de arka odasına bir bakalım.

Salonda izleyeceğimiz manzaradan ziyade, o arka odada huzurlu bir öğle uykusu uyuyup uyuyamayacağımızı kestirmeye çalışalım.

Çünkü unutmayalım ki kişilerin içerisiyle kurduğu ilişki, aslında bizimle daha doğrusu iç dünyamızla kurduğu ilişkinin de bir yansıması oluyor çoğu zaman.

Elbette bizi içeriye sokan o vitrinin davetkârlığı olacaktır. Ancak vitrinin gözlerimizi kamaştırmasına bir yere kadar izin vermek gerekir.

Dışarıdan bir darbe geldiğinde ilk zarar görecek olan o vitrin olacaktır. O vitrin geçici yani, gidici…

Vitrinin ötesine varmaya çalışmak, bizleri çoğu zaman ilişki kazalarından da, duygusal hoyratlığa maruz kalmaktan da koruyacaktır.

Aslolan içerisidir.

O kurumuş salamları ne kadar çabuk görürsek o kadar iyi…

* Alıntılar Turgut Uyar’ın “Bir İntihar Akşamı Üzerine Söylenti” şiirindendir.