Ağabey, çok katmanlı olay örgüsüyle güncel olaylara çok boyutlu yaklaşarak tarihsel Batı-Doğu karşıtlığını oluşturan temel soruları ve cevapları çoğaltan bir roman olarak dikkat çekiyor

Bir iç savaş romanı: Ağabey

Nilüfer Altunkaya

Mahir Güven’in Ağabey adlı romanı Can Yayınları etiketiyle Fransızca aslından Ebru Erbaş’ın çevirisiyle yayımlandı.

Roman; “Tek hakikat ölümdür.”cümlesiyle başlıyor. Ağabey ve Kardeş başlıklarıyla bölümlenmiş bir kurguyla ilerliyor. Her bölüm ağabeyin ve kardeşinin bakış açısıyla kaleme alınmış. Böylece Fransa’da yaşayan göçmen bir ailenin hayatına iki farklı bakış açısıyla konuk olan okura olayların ağabey ve kardeş gözünden anlatılışı doğrudan bir gözlem olanağı sağlıyor.

BİR KARA ANLATI

Güncel meselelerin Suriye iç savaşından, Fransa’nın gettolarına uzanan bir yelpazede ele alındığı roman, bir kara anlatı olarak değerlendirilebilir. Ağabey, alt kültürden bir karakter olduğu için argo ve ironi barındıran bir dil kullanıyor. Hayatta kalabilmek adına geçtiği yolları anlatırken toplumsal olaylara, kendi güncel sorunlarına yönelik son derece çarpıcı yorumlar yapıyor. Sosyal iki yüzlüğü, kendisinden olmayanlara karşı Batı’nın demokratik görünen kibirli önyargısını, aile içi gerilimleri açık yüreklilikle eleştirebiliyor.

Okur, ‘ağabey ve kardeş’in yaşadıklarına tanık olurken günümüz Fransa’sının atmosferine, göçmen mahallelerine, ana caddelerinde sürüp giden hayata ve alt kültürden gençlerin yaşam tarzına oldukça içerden bir gözle bakabiliyor. Getto yaşantısının döngüsü, dışlanmışlık psikolojisiyle örtüşen bir itiraf içeriyor:

“Aslına bakarsan bize Fransa’nın atıkları muamelesi yapmaları acayip kafamı bozuyor. Her şeyin anasını bellemeye biz de çok meraklı değildik, böyle büyüdük işte. Bizden büyükler her şeyi kırıp döküyordu, biz de onlara özeniyorduk. Yarın da bugünün küçükleri bizi taklit edecek. Bir nevi enkaz kültürü. Hiçbir şeye saygımız yok çünkü saygı görmüyoruz. Yetişkinlik çağında anlarsın, yanarsın; vurarak, kırıp dökerek değil de sözlerle karşılık verebilecek donanıma erişmiş olursun. Ama genellikle çok geçtir.” (s. 36)

ADALETSİZLİKLERDEN YORGUN

‘Diyar-ı Şam’lı taksi şoförü olan babanın iki oğlu hayata tutunmak adına bambaşka yollar seçerler. Ağabey, Suriye’ye ‘Sınır Tanımayan Doktorlar’la ortak çalışan barış amaçlı bir sivil toplum örgütüne katılarak giden ve izini kaybettiği kardeşine kızgındır. Memleketteki savaşa karşı mesafelidir. Ama yaşanan her siyasi kıvılcım bilincinde tutuşarak alev alıyor gibidir. Cuma namazına giderek dinlediği imamın hutbesi, K.’nın mekânına takılanların Batı ve İslam dünyası arasında yaşanan gerilimler hakkındaki konuşmaları bilincinde yeniden şekillenir. Kendi mahkemesinde adaleti aramaya çalışırken dış dünyada yaşanan adaletsizliklerden yorgun düşer. Şoförler ve torbacıların yoğun olduğu bir toplantıda K. nın yaptığı konuşmada Batı’nın ‘İslam fobisi’ne yapılan göndermeler ilgi çekicidir:


“Hâlâ huzur içinde yaşayabilmek için Batı’yla mücadele ediyoruz. Kitabın emrettiği şekilde yaşayabilmek uğruna baskı gören bacılarımızı ve kardeşlerimizi korumak için. Başı örtmekte ne fenalık var? Sakalda? Oruçta? Namazda? (…) İşte mücadelemizin gerekçeleri bunlar. İslam’ın Batı’yla alıp veremediği yok. Ama benim var, sizin var. (…)Batı’nın onca böbürlendiği özgürlüğü nerede kalmış? Dostluktan, barıştan dem vuruyor ama bomba, silah, cephane satıyorlar.” (s.73)

Böylece savaşın iç’te ve dış’ta nasıl temellendirilmiş olduğuna tanık oluyoruz. Memleketindeki savaşa duyarsız kalamadığı için Suriye’ye giden kardeşin yaşadıklarıyla iç savaşın bambaşka yönlerini, savaşa dâhil olmanın ne demek olduğunu, mermilerin delik deşik ettiği sivillerin durumunu yine anlatıcı bakış açısıyla anlatıyor yazar.

‘KİMSENİN UMURUNDA DEĞİLDİK’

Kardeş’in savaşta bir kimlik kazanması ve nihayet ben de birisi olmuştum demesi, sürgün bir gencin bireysel varoluşunun geçtiği aşamaları da çok çarpıcı bir şekilde vurguluyor. Kardeşin savaşın orta yerinde 13 Kasım saldırılarının arifesinde Fransa’da olan bitenleri takip ederken hissettikleri, iç hesaplaşması, yine yaşanan siyasi ve terör olaylarının içinde kaybolan adalet arayışını vurgular nitelikte:

“Günlerce Paris’i düşündüm. İnternette herkesin “Ben Paris’im” yazdığını görüyordum. Sonra gözlerim açıldı ve asıl hakikatin önümde durduğunu gördüm. Hastanede masum insanları tedavi ettikçe ve Amerikan bombardımanlarının, Beşşar’ın toplarının, Rus saldırılarının sonuçlarını gördükçe daha iyi anlıyordum. Asıl tün dünyanın “Ben Suriye’yim” yazması gerekirdi. Ama kimsenin umurunda değildik çünkü biz Müslümandık. O zaman Paris’in bir istatistikten ibaret olduğunu ve yaşamama engel olmaması gerektiğine ikna oldum.” (s.144)

Gelişen olaylar sonuncunda Fransa’ya dönerek ağabeyini bulan kardeşin işte bu anlayışla hareket ettiğini anlıyoruz.

Ağabey, çok katmanlı olay örgüsüyle güncel olaylara çok boyutlu yaklaşarak tarihsel Batı-Doğu karşıtlığını oluşturan temel soruları ve cevapları çoğaltan bir roman olarak dikkat çekiyor. Aynı zamanda dini ve sosyolojik kimliklerin bireyin var oluş yolculuğundaki etkilerini de çarpıcı bir şekilde ele alıyor. Hemen yanı başımızda yaşananlarla aramızdaki mesafeyi yeniden gözden geçirmemize de vesile olabilecek bu romanı okumanızı içtenlikle öneriyorum.